İnsanoğlu, hayatın inişli ve yokuşlu yollarında bazen hoşuna giden, bazen de kendisini içten içe yıpratan hâdiselerle karşılaşır. Neşe ve mutluluk veren olaylar, onu minnet ve şükrân hislerine yönelttiği gibi; üzüntü, musîbet ve keder ânları da yürek darlığı, gönül yorgunluğu ve yalnızlığa sevkeder.
Hayatın bu iki farklı yüzü, imanda derinleşme gayreti içinde olan kulların Allah'a yaklaşmalarını kolaylaştıran bir tesir icrâ eder. Zirâ kul, mutluluk zamanlarında şükrederek, musîbet ve sıkıntı demlerinde de sabır ve ilticâ ederek her iki imtihanı da yüzakıyla geçer. Burada bahsi geçen şükrün de, ilticânın da temeli duâdır.
Duâ, insanın kâinâtı yoktan var eden ve her şeye hükmü geçen Allah Teâlâ'ya sığınması, O'na yalvarıp yakarması; kendi acz, eksiklik ve zayıflığını itirafıdır. Gerçekten kâinâttaki bütün hâdiseler, Allahü Teâlâ'nın ezelî ilmiyle takdir buyurduğu bir kadere bağlıdır. Onun ilmi hâricinde iyi-kötü hiçbir şey gerçekleşmeyeceği gibi, hiçbir güç O'nun irâde ve kudretine rağmen insanlar ve olaylar üzerinde söz sahibi değildir. Dolayısıyla bu büyük kudret karşısında, insanoğlu sadece acz ve kulluk mevkiindedir.
Bu acz ve kulluğun en güzel ifâdesi, duâdır. Zira duâ; gurur, kibir, ucub ve benliği, Hakk'ın kapısında terk etmektir. İnsanın haddini bilmesi, âcizliğini ve fânîliğini itiraf etmesidir.
Duâ, dinin aslı, ibâdetin özü, ruhu ve esâsıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz:
“Duâ, ibâdettir. İbâdetin iliği ve özüdür. Allâh katında O'na duâ etmekten daha kıymetli bir şey olamaz. Allâh, kendisinden bir şey istemeyeni (yani duâ etmekten gâfil kalanı) azâba uğratır. Sıkıntı ve darlık zamanında duâsının kabûl olmasını isteyen kimse, bolluk ve rahatlık zamanında da duâyı bol yapsın. Rabbiniz Hayy ü Kerîm'dir; bir kul elini açınca onu boş bırakmaz. Kime ki duâ kapıları açılmıştır, ona hikmet kapıları açılmış demektir. Duâ, rahmet kapılarının anahtarı, mü'minin silâhı, dînin direği, göklerin ve yeryüzünün nûrudur.” (Rûdânî, Cem‘u'l-Fevâid , 9219-20-21-22-25) buyurmuşlardır.
Çünkü duâda acz, kulluk, tevâzû, teslimiyet, tevbe ve itiraf, boyun bükme, hamd, tesbih, tevhid, tekbir, taat ve benzeri bir çok bedenî ve kalbî ibâdet gizlidir. Duâ, kalbde Allâh'a açılan en yüce kapının anahtarıdır.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hak:
“Bana duâ ediniz, size icâbet edeyim” (Mü'min, 60) buyurmaktadır.
Bu sebeple insanlığa rahmet olarak gönderilen bütün peygamberler ve Hak dostları; darlıkta ve bollukta, ıztırapta ve sürûrda, gönüllerini dâimâ Hak Teâlâ'ya döndürmüşler ve bir niyâz iklîminde yaşamışlardır. Onların, bu duâ ve niyâza hasredilmiş ömürleri, duâ hâlinin bir mü'minin rûhunda nasıl sürekli kılınacağını gösterir.
Duâ tekrarlandıkça derûnî duyuşlar olarak mü'minin rûhuna nakşolur, şahsiyetine karışıp onun bir husûsiyeti hâline gelir. Bu sebepledir ki yüksek rûhlar, devamlı duâ hâlinde yaşarlar. Zîrâ onların kalbleri, duâya sarılmanın ehemmiyetine dâir şu âyet-i kerîmedeki ilâhî îkâz ile ürperiş hâlindedir:
Cenâb-ı Hak buyurur:
“ (Rasûlüm!) De ki: Sizin kulluk, duâ ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!? (Ne kıymetiniz var!?) …” (el-Furkan, 77)
İşte bir mü'minin rûhunda, Rabb'e duâ ile yakarış duygularının dâimî hâle gelmesi, Allâh ile kul arasında mânevî bir bağ tesis eder. Vecd hâlindeki duâlar ise, gönlün ilâhî rahmetle kucaklaşma anlarıdır.
Cenâb-ı Hakk'a ellerini açan bir insan, ya umduğu şeylere nâil olmak ya da korktuklarından emin olmak ister. İdrâk, ilim, güç ve kâbiliyetleri az olan insanın; ihtiyaç, istek, heves ve arzuları bitmek bilmediği için her şeye sahip bir hükümdarın kapısına müracaat etmesi zarûrîdir. Her kapıdan talepte bulunmanın bir şekli ve usûlü olduğu gibi Allah'a duâ ve niyâz etmenin de bir âdâbı vardır.
Duâ, sonsuz kudret sâhibi Cenâb-ı Hakk'a, acziyetimizi müdrik bir şekilde yönelerek, O'nun huzûrunda teslîmiyet ve sükûnetle boyun eğmemizdir. Bu sebeple duâlara acziyet ve kusûrunu îtiraf ile başlamak, merhamet-i ilâhiyyeyi dâvette ve dolayısıyla duânın makbûl olmasında, büyük bir tesiri hâizdir. Kendisini günahsız gören mütekebbirlerin duâları değil, günahlarının affı için gözlerinden gönüllerine durmadan yaş akıtan Hak âşıklarının duâları, kabûle şâyândır. Âyet-i kerîmede bu hâl şöyle tasvîr edilmektedir:
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.” (el-A'raf, 55)
Yâ Rabbî! Biz, Habîb-i Edîbin Muhammed Mustafâ -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in senden istediği her şeyi istiyor ve sana sığındığı herşeyden biz de sana sığınıyoruz. Ya Rabbi!.. Bizi seçtiğin, sevdiğin kendilerine maddî-mânevî ihsanlarda bulunduğun nîmet ehlinin yolundan ayırma!.. Bizi, sadece seni bilen, sana el açan, senden yardım bekleyen hakîkî mümin kullarından eyle!.. Bizim hayırlı duâlarımızı merhamet ve lütfunla kabul buyur!.. Bize dünyada da iyilik ve güzellik ihsân eyle, âhirette de!.. Bizi cehennem azabından koru!..
Âmîn!..
Hayatın bu iki farklı yüzü, imanda derinleşme gayreti içinde olan kulların Allah'a yaklaşmalarını kolaylaştıran bir tesir icrâ eder. Zirâ kul, mutluluk zamanlarında şükrederek, musîbet ve sıkıntı demlerinde de sabır ve ilticâ ederek her iki imtihanı da yüzakıyla geçer. Burada bahsi geçen şükrün de, ilticânın da temeli duâdır.
Duâ, insanın kâinâtı yoktan var eden ve her şeye hükmü geçen Allah Teâlâ'ya sığınması, O'na yalvarıp yakarması; kendi acz, eksiklik ve zayıflığını itirafıdır. Gerçekten kâinâttaki bütün hâdiseler, Allahü Teâlâ'nın ezelî ilmiyle takdir buyurduğu bir kadere bağlıdır. Onun ilmi hâricinde iyi-kötü hiçbir şey gerçekleşmeyeceği gibi, hiçbir güç O'nun irâde ve kudretine rağmen insanlar ve olaylar üzerinde söz sahibi değildir. Dolayısıyla bu büyük kudret karşısında, insanoğlu sadece acz ve kulluk mevkiindedir.
Bu acz ve kulluğun en güzel ifâdesi, duâdır. Zira duâ; gurur, kibir, ucub ve benliği, Hakk'ın kapısında terk etmektir. İnsanın haddini bilmesi, âcizliğini ve fânîliğini itiraf etmesidir.
Duâ, dinin aslı, ibâdetin özü, ruhu ve esâsıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz:
“Duâ, ibâdettir. İbâdetin iliği ve özüdür. Allâh katında O'na duâ etmekten daha kıymetli bir şey olamaz. Allâh, kendisinden bir şey istemeyeni (yani duâ etmekten gâfil kalanı) azâba uğratır. Sıkıntı ve darlık zamanında duâsının kabûl olmasını isteyen kimse, bolluk ve rahatlık zamanında da duâyı bol yapsın. Rabbiniz Hayy ü Kerîm'dir; bir kul elini açınca onu boş bırakmaz. Kime ki duâ kapıları açılmıştır, ona hikmet kapıları açılmış demektir. Duâ, rahmet kapılarının anahtarı, mü'minin silâhı, dînin direği, göklerin ve yeryüzünün nûrudur.” (Rûdânî, Cem‘u'l-Fevâid , 9219-20-21-22-25) buyurmuşlardır.
Çünkü duâda acz, kulluk, tevâzû, teslimiyet, tevbe ve itiraf, boyun bükme, hamd, tesbih, tevhid, tekbir, taat ve benzeri bir çok bedenî ve kalbî ibâdet gizlidir. Duâ, kalbde Allâh'a açılan en yüce kapının anahtarıdır.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hak:
“Bana duâ ediniz, size icâbet edeyim” (Mü'min, 60) buyurmaktadır.
Bu sebeple insanlığa rahmet olarak gönderilen bütün peygamberler ve Hak dostları; darlıkta ve bollukta, ıztırapta ve sürûrda, gönüllerini dâimâ Hak Teâlâ'ya döndürmüşler ve bir niyâz iklîminde yaşamışlardır. Onların, bu duâ ve niyâza hasredilmiş ömürleri, duâ hâlinin bir mü'minin rûhunda nasıl sürekli kılınacağını gösterir.
Duâ tekrarlandıkça derûnî duyuşlar olarak mü'minin rûhuna nakşolur, şahsiyetine karışıp onun bir husûsiyeti hâline gelir. Bu sebepledir ki yüksek rûhlar, devamlı duâ hâlinde yaşarlar. Zîrâ onların kalbleri, duâya sarılmanın ehemmiyetine dâir şu âyet-i kerîmedeki ilâhî îkâz ile ürperiş hâlindedir:
Cenâb-ı Hak buyurur:
“ (Rasûlüm!) De ki: Sizin kulluk, duâ ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!? (Ne kıymetiniz var!?) …” (el-Furkan, 77)
İşte bir mü'minin rûhunda, Rabb'e duâ ile yakarış duygularının dâimî hâle gelmesi, Allâh ile kul arasında mânevî bir bağ tesis eder. Vecd hâlindeki duâlar ise, gönlün ilâhî rahmetle kucaklaşma anlarıdır.
Cenâb-ı Hakk'a ellerini açan bir insan, ya umduğu şeylere nâil olmak ya da korktuklarından emin olmak ister. İdrâk, ilim, güç ve kâbiliyetleri az olan insanın; ihtiyaç, istek, heves ve arzuları bitmek bilmediği için her şeye sahip bir hükümdarın kapısına müracaat etmesi zarûrîdir. Her kapıdan talepte bulunmanın bir şekli ve usûlü olduğu gibi Allah'a duâ ve niyâz etmenin de bir âdâbı vardır.
Duâ, sonsuz kudret sâhibi Cenâb-ı Hakk'a, acziyetimizi müdrik bir şekilde yönelerek, O'nun huzûrunda teslîmiyet ve sükûnetle boyun eğmemizdir. Bu sebeple duâlara acziyet ve kusûrunu îtiraf ile başlamak, merhamet-i ilâhiyyeyi dâvette ve dolayısıyla duânın makbûl olmasında, büyük bir tesiri hâizdir. Kendisini günahsız gören mütekebbirlerin duâları değil, günahlarının affı için gözlerinden gönüllerine durmadan yaş akıtan Hak âşıklarının duâları, kabûle şâyândır. Âyet-i kerîmede bu hâl şöyle tasvîr edilmektedir:
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.” (el-A'raf, 55)
Yâ Rabbî! Biz, Habîb-i Edîbin Muhammed Mustafâ -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in senden istediği her şeyi istiyor ve sana sığındığı herşeyden biz de sana sığınıyoruz. Ya Rabbi!.. Bizi seçtiğin, sevdiğin kendilerine maddî-mânevî ihsanlarda bulunduğun nîmet ehlinin yolundan ayırma!.. Bizi, sadece seni bilen, sana el açan, senden yardım bekleyen hakîkî mümin kullarından eyle!.. Bizim hayırlı duâlarımızı merhamet ve lütfunla kabul buyur!.. Bize dünyada da iyilik ve güzellik ihsân eyle, âhirette de!.. Bizi cehennem azabından koru!..
Âmîn!..