Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Delaletten Hakka Yolculuk

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
DELALETTEN HAKKA YOLCULUK

Biz eskiden suya hasret bir topraktık, yapraklarına kadar kurumuş bir bitkiye benziyorduk, paslanmış işlev görmez bir demir parçası, işletim sistemi çökmüş bir bilgisayar gibi ne kendimize nede başkasına bir faydamız yoktu.

Müslüman’dık ama Müslümanlığın ne olduğunu bilmiyorduk, bizim için ibadetler sadece koru ve adet haline gelen bir iş olmuştu, sadece anne babamız namaz kıldığı için, bizde namaz kılardık, fakat namazın ne olduğunu, niçin kılındığı, amacının ne olduğunu, bize neler kazandırdığını bilmez bir halde sadece koru hareketlerle vakit geçiriyorduk.
Mutlu muyduk? Değildik tabi ki; çünkü dilimizde nice manalarını bilmediğimiz, boşu boşuna geveleyip durduğumuz kelimeler geçiyordu…
Bize öğretilen soruşturmamak, soru sormamak, sadece bazı sakalı uzun, göbeği şişik, cübbesi eşek kuyruğu gibi arkasından sürüklenen, kendi benliklerinden bile haberi olmayan birkaç kendini âlim gösteren cahillerin sözünü dinlemek, uygulamak ve verdikleri kararlar karşısında ses çıkarmamaktı bize öğretilen.
Müslüman’dık, Allah’a kulluk ettiğimizden bahsederdik, Resulünü ve Ehl-i Beyt’ini severdik, ama ne yazık ki bu sadece koru laflarda kalıyordu. Başka bir yönden hayatımıza aktardığımız şeylere baktığımızda; bizim bir Yahudi, Hıristiyan, ateist veya herhangi bir putperestten bir farkımız yoktu, onlar açık, açık Allah’ı, Resulünü ve gönderilen her şeyi inkâr ederlerdi, bizler ise dilde bunları kabul ediyor, hareketlerimizde inkâr ediyorduk.
Allah’ı tanıyor gibi gözükürdük, fakat sadece sıkıştığımız, düştüğümüz anlarda onu anardık. Her zaman dilimizde “Ya Rabbi, Ya İlahi” gibi laflar tekrarlardık fakat aslına baktığımızda İlah’ın, Rabbin ne manalara geldiğini bilmiyorduk.
Kuran’ın bir hidayet kitabı olduğunu anlatırdık, onda şüphe olmadığını haykırırdık, ona en ufak bir hakaret edeni perişan hale getirip dediğine pişman ederdik. Fakat hiç düşünmüyorduk ki; en büyük zararı biz ona verirdik, en büyük zararı ona düşmanları değil aksine bilinçsiz bir şekilde sadece bir hatim kitabı olarak okuyan, süslü bir alet gibi duvara asan, mezarlıklarda ölülerin günahlarını gideren, acılarını hafifleten bir ilaç ve muska için ana kaynak yapanlar en büyük zararı veriyorlardı.
Evet, bizler onu anlama yerine onu çeşit, çeşit kılıflara soktuk, onu bilmek yerine onu ittik, onu karanlık yolumuzun feneri yapmak yerine sadece hürmet gösterilen bir kitap yaptık.
Onun bulunduğu uzanmaz, odaya getirildiğinde başımızı eğer, ayağa kalkardık. Fakat bütün bu yapılanlara rağmen bir gün bile bir hareketimizi ona göre düzetmezdik.
Muhammed’i, Allah’ın Resulü ve habibi bilirdik, son Peygamber olarak onu tanırdık, onun dostlarına dost, düşmanlarına düşman olduğunu sanardık. Düşmanlarını sadece birkaç isim altında toplardık ama bilmiyorduk ki; ona düşman olanlar onun meclisinden çıktı.
Vahiy muhatabı olarak bilirdik, fakat ne yazık ki bazen şu lafları da ona karşı kullanırdık; “Oda bir insandır, sadece vahyi iletmesinde hata yapmaz, onun dışında kalan bütün hareketlerinde bizim gibi hata yapar.” Derdik. Fakat hiç bu ayet aklımıza gelmezdi; “O heva ve hevesinden konuşmaz onun konuştuğu ona vahiy edilendir.”
Ehl-i Beyt’i tanıdığımızı hatırlatırdık daima, ama bize göre Ehl-i Beyt Resul’den sonra kıyamete kadar gelen evlatlar, eşleri ve akrabalarıydı. Fakat bir kere bile Ahzap süresinin 33, ayetine dikkat çekmezdik. Çünkü orada Allah Ehl-i Beyt’ten bütün kiri giderdiğini belirtmiş.
Evet, eğer Allah Ehl-i Beyt’ten bütün kiri gidermişse, nasıl Resul’den sonra gelen bütün akrabaları Ehl-i Beyt sayılırdı. Çünkü onların içinde Resulün döneminde ona karşı çıkanlar, onun sözlerine karşılık zıt hareketlere girişenler ve bu günde Resulün sülalesinden geldiğini iddia eden birkaç kişinin yaşayışları Kuran’la, Resulün hayatıyla çeliştiğini gördüğümüz halde düşünmezdik.
Bedir’e, Hendek’e, Hayber’e sevinir, Uhud’a, Kerbela’ya, Necef’e üzülür ve onlar için ağlardık. Ama niçin sevindiğimizi, niçin ağladığımızı bilmezdik. Hüseyin’e ağlardık, Zeyneb’i anardık fakat bunun yanında Uhud’da Peygamberin dişinin kırılmasına sebebiyet verenlere “Radiyallahu enhu (Allah ondan razı olsun)” diye hitap ederdik. Huneyn’de Peygamberi yalnız bırakıp ta kaçışanlara saygı duyar onları selamlardık. Sıffn’da konuşan Kuran’lara kılıç çekenlere “hazret” diye nitelendirirdik. Nehravend’te hamile kadıların karılarında ki ceninleri diri diri çıkaranları alim ve fakih diye vasıflandırıldık. Kerbela’da İmam Hüseyin’i 72 kişi ile beraber şehit ettkten sonra “Bu Bedr’in intikamıdır.” diyen bir kafire halife derdik.
Tabi bütün bunların yanında Ehl-i Beyt’i sevdiğimizi, düşmanlarına düşman olduğumuzu savunurduk.
İslam için her an canımızı vermeye hazır olduğumuzu ilan ederdik. Fakat bir gün bile İslam için en ufak bir harekete bile girişmezdik, hep kaçışırdık.
Takvalı olduğumuzu iddia ederdik, ama hayatımıza Takva yerine isyan bayrağı dikilmişti.
Günün yedi-sekiz saatini uyumakla geçirirdik, diğer kalan zamanıda eğlence ve geçim derdinde sürdürürdük. Bunun yanında Allah’a günde bir saatimizi ayırmayı çok görürdük.
Çok okuduğumuzu sanar, çok ibadette bulunduğumuzu ima ederdik her an, ama biz sadece bir kitabı bitirmek için okurduk, öğrenmek için değil. İbadetlerimizi başımızdan çabuk atmak için yapardık.
Çok hadis okur ve aktarırdık. Fakat bir gün bile kimden geldiğini, sahihlik derecesini soruşturmazdık. “Üzümünü ye, bağını sorma” felsefesinde her okuduğumuz hadisi kabul ederdik.
Ama yaşadığımız hayatımızdan zerre miktarı memnun değildik, tutsaktık ama kime tutsak olduğumuzu bile bilmiyorduk. Bir şey arıyorduk, özlüyorduk ama o şeyin ne olduğunu, nerde olduğunu bilmiyorduk.
Ta ki bir gün bir gerçekle karşınlaşana kadar.
Kim bilir belki aradığım işte buydu, çünkü beni cezp etti, beni kendine çekti, insanlığımı hatırlattırdı, bana kulluk bilincini gösterdi, hayatı nasıl yaşayacağımı, nelere iman edeceğimi öğretti bana.
Bana Allah’ı Allah olarak öğretti, onun yoluyla bildim Allah’ı ve taptım ona, ondan başka her şeyi inkâr ettim.
Bana Resulün hangi konuma sahip olduğunu, nasıl bir Resule inandığımı ve nasıl bir Resule inanman gerektiğini, onun yolundan nasıl gideceğimi, onu kendime nasıl önder ve rehber edineceğimi öğretti.
Bana Kuran’ı nasıl okuyacağımı, nasıl hayatıma aktaracağımı, ona göre nasıl hareket edeceğimi, onun eşsiz mesajını, bilgisini öğretti.
Bana Ehl-i Beyt’i öğretti, on iki imamı, an dört masumu. Beni kokuşmuş, paslanmış, hantallaşmış hayatımdan çıkarıp, bana soruşturmayı, okumayı, sevmeyi, tapmayı, hareket etmeyi, düşünmeyi öğretti.
Bana erdemi öğretti, sadece tuvalet ile mutfak arasında bir boru olmadığımı, aklımın olduğunu gösterdi.
Bana ağlamayı sevdirdi, artık gülüyor, çok ağlıyorum. Ban hürlüğü öğretti, kiminle olacağımı gösterdi, kimi seveceğimi, kimden nefret edeceğimi hatırlattırdı bana.
Okumanın bir aşk olduğunu, okumadan, soruşturmadan, hiçbir şey yapamayacağımı gösterdi.
Beni takvalı olamaya itti ve bana “Takvalı olmayanların bizimle bir ilişkisi olamaz.” Diye her gün tekrarladı.
Bana aşkın maşuksuz olmayacağını, ilmin siyasetsiz olmayacağını, siyasetin ise ferasetsiz olmayacağını, şefaatin izzetsiz olmayacağını öğretti.
Bana sevgiyi gösterdi, bedel ödemeyi öğretti, bana “Uğrunda bedel ödenmeyen şey geçersizdir, en büyük bedelin sadık olmam olduğunu” öğretti, kaçmamayı, akletmeyi öğretti.
Evet, öğrettiği ve gösterdiği şeyleri sıralasam buna eminim ki aylar hatta yıllar sörer.
Ama aradığım buydu. Beni ben yapan, başımı dikleştiren, özgürlüğümü bana geri veren buydu.
Fakat unutmayalım ki bu şey herkesi kabul etmez. Onun uğrunda bedel ödemeyenleri elinin tersi ile iter, ona yardım etmeyene yardım olunmaz.
Onu eşinden, çocuğundan, anandan, babandan, malından, kendinden, kısacası her şeyinden daha çok sevmedikçe o, sana gelmez.
O’dur bana gerçek manada
LAİLAHE İLLALLAH,
MUHAMMED RESULULLAH,
ALİYUN VELİYULLAH.
Dedirten.
Buydu beni başkalarından ayıran buydu,
Buydu kurtuluş reçetesi,
Buydu hak yol.
Bunun ne olduğunu merak ediyorsanız söyleyeyim;
Bu
ALİ (a.s.) ŞİASI OLMAKTIR.
 
Üst Alt