Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Çanakkale’de şehit mektupları

ozkanalbay

New member
Katılım
4 Ara 2006
Mesajlar
103
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
43
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bir Şehid Mezadı adlı hazin bir hikayesi vardır. Kurtuluş Savaşı’nda şehid olan erlerin eşyalarının nasıl mezada konup satıldığını, topu topu bir küçücük bavula sığacak kadar olan bu şehid eşyalarını ailelerine göndermenin masraf ve zahmetini falan anlatır bu hikaye.


Siz Anadolu’daki şu yoksulluğa bakın ki bir şehidin kurşun deliği açılmış bir kalpağı, altı delinmiş bir potini, eprimiş bir gömleği bile satılacak kadar değerli, öte yandan ailesi de onun parasına muhtaç olacak denli fakir. Peki ya satılmak üzere açılan bavuldan bir şehidin mektupları çıkarsa!..

Bir şehid ki her şeyi mezada çıkarılsa, mektuplarına asla değer biçilemez. Çünkü o mektuplarda yalnızca kan, et ve kemik kokusu değil, kocaman hasretlerin derin aşklarını yüklenmiş bir gönül vardır.

O mektuplar ki kurşunların birbirini vurduğu, güllelerin havada göğüs göğüse geldiği cehennemî seslere sükunet verir, vatan aşkını hasretle anılan bir isme bağlayarak cesarete dönüştürür.

Kalbinin üstünde böyle bir mektubu saklayan askerin, ‘vatanı için yapabileceği hangi fedakarlık’ vardır diye sorulamaz elbette; o hepsini sırayla yapar ve canını en son verir. Çanakkale Mahşeri’nden okuyalım:



“Bu anda dışarda koşuşma başladı; eski askerler, “Saya geldi! Saya geldi!” diye birbirlerine bağırıyorlardı. (...) Binbaşı Abdülkadir, meraklı bakışlarını Binbaşı Lütfi’ye çevirince, o da bilgi vermek mecburiyetini hissetti.

-Sai gelmiş. İzmir’in köylerinde dolaşır; askerlere gönderilecek mektupları, küçük emanetleri toplar, getirir; sahiplerine verir. Sırdaş olduğu için de sevgililer selamlarını ona emanet ederler. Bu da onun gelişini çok değerli yapar.

Askerler etrafına toplanınca, Sai sağ elini heybenin bir gözüne soktu; bir mektup çıkardı ve bağırdı:

Mehmet oğlu Kara Ali!?..

Değişik yerlerden sesler yükseldi:

-Cennet-i A’lâ’da!..

-Mertebesine erdi!..

Mektubu heybenin diğer gözüne attı. Tekrar bir mektup çıkardı:

-Alsancak’tan Hayati oğlu Salim!

Kalabalığın arasından birisi elini uzatarak bağırdı:

-Ver! Buradayım!..

Yanındaki asker, Salim’in sırtına hafif bir yumruk vurdu:

-Kimden geliyor?!..

-Dur, hele zarfın arkasını okuyayım.

Eline yeni bir mektup alan Sai, yüksek sesle bağırdı:

-Kadir oğlu Hüseyin!..

Değişik yerlerden cevap geldi:

-Şehit!..

-Şehit!..

Onu da diğer göze attı; bu kere işlenmiş bir mendil çıkardı:

-Hasan oğlu Rafet!..

-?!..

Hiç ses çıkmayınca Sai tekrarladı:

-Hasan oğlu Rafet!?..

Tanıyanı kalmamıştı. Sai’nin yüz hatları değişti. Gözleri dalan Binbaşı Abdülkadir karargaha girdi; onu takip eden Binbaşı Lütfi kapıyı örttü; ama az da olsa Sai’nin sesini hâlâ duyuyorlardı:

-Musa oğlu Muharrem!..”(1)

Tarihini bilmeyen milletler kendilerine efsaneler uydurur ve gitgide efsanelere sığınmaya başlarlar. Yukarıdaki satırlar henüz hatıra ve tarih iken derlendiği için bahtiyarız. Ya kaybolup gitselerdi!..

*

Çanakkale anılınca kaybolup gitmesine gönlümüzün razı olmadığı bir de şiir var sırada. Binbaşı Mustafa Kemal’in de yer aldığı savaşa adanmış bir gazel bu. Sultan Reşad’ın yazdığı bir gazel. Heyecanla okuyalım:

Savlet etmişdi Çanakkale’ye bahr ü berden

Ehl-i İslâm’ın iki hasm-ı kavîsi birden

Lakin imdâd-ı İlahî yetişip ordumuza

Oldu her bir neferi kal’a-i pûlâd-beden

Asker evladlarımın pîşgeh-i azminde

Aczini eyledi idrâk nihayet düşmen

Kadr-ü haysiyyeti pâmâl olarak etdi firar

Kalb-i İslâm’a nüfûz eylemeğe gelmiş iken

Kapanıp secde-i şükrâna Reşâd eyle dua

Mülk-i İslâm’ı Huda eyleye dâim me’men

(...Müslümanlara karşı iki kuvvetli düşman birlik olup Çanakkale’ye karadan ve denizden hücum etmişlerdi...)

(...Şükür ki Allah’ın yardımı yetişip ordumuzun her bir neferi çelik bedenli bir kale kesiliverdiler...)

(...Nihayet düşmanlar asker evlatlarımın azimleri önünde diz çöküp aciz kaldıklarını anladılar da...)

(...İslam’ın kalbine hançer saplamaya gelmişlerken, itibar ve şereflerini ayak altına atıp kaçtılar.)

(Ey Reşad!.. Var, şükür secdelerine kapanıp ellerini duaya kaldır ve şu yakarıyı tekrarla: “Allah, bu İslam yurduna daima emniyet versin!” )

(1) Bk. Mehmed Niyazi (Özdemir), Çanakkale Mahşeri, 19. Bs. Ötüken Yayınları, İstanbul, 2004, s. 389-390
İskender Pala
 

ozkanalbay

New member
Katılım
4 Ara 2006
Mesajlar
103
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
43
Aşkın Dereceleri(okuyun ve nerede olduğunuzu bilin

Aşkın Dereceleri(okuyun ve nerede olduğunuzu bilin

Aşk işinde hem sevgililerin hem de âşıkların dereceleri birbirlerinden farklıdır. Sevgilinin mayası ne kadar yüksek ve değerli ise âşıkın himmet ve gayretinin mayası da o derece asil bir hamurdan olur.


Böylece muhabbet kendi dengi ile ölçülecektir. Sevenler arasındaki ruhanî münasebetler, ikisi arasında bir âşinalık doğurur. Böylece mizaçları bir derecede eşit olanlar, ruhlarının şeref ve yüksekliği açısından da birbirlerini kabule hazırlanırlar, arada bir feyiz ve uzlaşma kendini gösterir, Rahmanî sevgi başlar.

Nitekim âşıkın bu mertebelere yükselen meyil, alaka ve cezbesi, içinden dışarıya vurunca, âşıkın kendini fazla göstermez olur, bir sarmaşık gibi varlığını kaplar ve hatta ihtiyarını şaşırtır. Artık onda olan varlık, yalnızca sevgiliye ait olan varlıktır ve âşık bunun sınırının nereden nereye olduğunu bile unutur. Bu durumda sevgilinin va’detmesi, sitem veya azletmesi, yaklaştırma veya dostluk vermesi gibi haller âşık için birdir. Yani sevgilinin lutfu veya kahrı, cemali ve celali âşık için müsavidir.



Sevgi, eserden müessire doğru derecelenerek yaşanır. Suret, müessirden varlık alemine yansıyan bir eserdir ve insanlar suretlere bakarak güzelliği görür. Bu görüşün en yüksek derecesi ruhlarında aydınlık olanların bakışlarına yansır. Onlar, hiç ayırım yapmaksızın her tür surete bakınca Hakk’ın tecellisinden gayrısını görmezler. Bu yol velilerin aşkına çıkar ve sonunda vahdete (Bir ile birlik olma) varır. Artık âşık mutlak güzelliğin içinde yaşamaktadır.

İkinci yüksek derecede ruhlarını mücahede ile aydınlatmaya çalışanlar bulunur. Bunlar aşkın mücerret mânâsına yaklaşmış, insan suretlerinin güzelliğinde gerçek Sevgili’nin tecellisini ve güzelliğini görür olmuşlardır. Aşk ateşi bu kimselerin içini öyle aydınlatır ve yakar ki, artık orada sevgiliden başkasına ait ilgiler görünmez olmaya, sevgi dışındaki şeyler aşk ateşinde kül olmaya başlar. Böylece mutlak güzellik mukayyet güzelliğin içinden süzülür; mecazî aşk, hakiki aşkın rengine bürünür.

Üçüncü derecede aşkı tanıdığı halde ilerleme gösteremeyenler durur. Burada sevgi, suretlerin görünen biçimlerine takılıp kalır ve perdenin arkasını görmekte zorlanır. Dünya ilgileri ve sevgiliye yoğunlaşamama dolayısıyla yolda ilerlemeler aksar; maddi olan suretlere takılıp kalındığı için de daima keşmekeş içinde çırpınılır, fitne ve nefsin arzuları aşkın ışığını söndürür, âşıkın gözüne hakikati göstermez olur.

Şekle ve surete bağlanma, gerçek güzelliği görmeye bir engel teşkil edince de aşk yolunda ulaştıkları dereceden geriye döndürülürler. O yüzden büyükler, “Tanıdıktan sonra inkar etmekten ve tecelliyi gördükten sonra örtülü kalmaktan Hakk’a sığınırız!” derlermiş. Bu tür âşıklar, geceleyin önlerine su dolu bir leğen koyup leğende mehtap seyrine yeltenenler gibidir ki başlarını kaldırıp bakabilseler, mehtabın yukarılarda olduğunu göreceklerdir. Ancak dünya ilgisi olan leğen onların başlarını kaldırmalarına hep bir engel olarak sürüp gidecektir.

Dördüncü derece aşkın dışında kalma halidir. Suretlere bakarak güzelliği görmekle birlikte aşkın en alt derecesinde nefislerine uyarak dünyalık güzelin seyrine takılıp kalan bu tipler, şehvet ve behimilik vadisinde kendilerince bir yol tutturmuşlardır ki ne mutlak güzellikten, ne de aşkın gerçeğinden haberleri vardır. Sevginin sırrı üzerlerinden alınmıştır, letafet ve incelik vasıfları körlenmiştir. Bunlar yaratılışlarındaki “aşağılardan da aşağı”lık vasfına uyarak sevgili sandıkları birtakım kalıpları kucaklarlar ve nefislerinin arzularına “aşk” adını verirler.

İmdi, bu anlattığımız yüksek âşıklar bu çağda da var mıdır denilirse; hiç şüphesiz Allah’ın sevgili kulları her devirde yaşar, deriz. Hatta onları kimsecikler bilmese de!...

Sözü Molla Camî’nin bir rubaisi ile noktalayalım: “Ne zamana kadar hevâ ve hevesinin peşinde dolaşacak, gerçek aşk yerine nefsinin arzusuna meyledeceksin? Servinin gölgesine örtünü sermişsin de servinin varlığından haberin yok; gölgede oyalanıyorsun.”

İskender PALA
 

yýldýz

New member
Katılım
22 Ağu 2006
Mesajlar
1,359
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Selamün Aleyküm.

Allah(c.c.) razı olsun kardeş.

Biz halen yerimizi bulamadık galiba. Şahsıma konuşuyorum, siz üstünüze alınmayın.
 
Üst Alt