alptraum
New member
- Katılım
- 1 Ocak 2005
- Mesajlar
- 2,908
- Tepkime puanı
- 166
- Puanları
- 0
- Yaş
- 39
- Konum
- Aþk`dan
- Web sitesi
- www.muhakeme.net
Bu yazımızda uzay ortamını hangi tanecikler dolduruyor sorusuna cevap aramayacağız. Dikkatlerimizi Kuantum bilimi ile gündemin başına oturan “alan” kavramına yönelteceğiz. Boşluğun gerçekten “boş” olup olmayacağını araştıracağız. Kozmolojinin ince bir sırrı ve maddenin en nihai noktası kabul edilen “esir konusunu “kuantum alanı” ışığında gündeme getireceğiz.
Ether (esir) kelimesinin eski çağlarca göğün maviliği anlamına geldiği; fezayı mavileştiren cevher – öz anlamında kullanıldığı rivayet edilir. On yedinci yüzyılda bu terim Descartes tarafından benimsenmişti. Descartes, esirin gökyüzünün boşluklarını doldurduğunu ve boş uzay denen şeyin bir basınçlı dolgunluk olduğunu ileri sürdü. Esirin, manyetizma gibi uzayda faaliyet gösteren çekme ve itme güçlerinin aktarılmasında da aracı olduğunu ekliyordu.
Tabiatla ilgili teorileri daha ziyade gözleme bağlayan Newton’un aksine Descartes mantıksal analizden, metafizik ve dinî inançlardan destek alıyordu. Descartes’a göre esir mantıksal bir gereklilik, Newton’a göre ise deneysel bir hipotez idi.
Esire olan ilgi 19. yüzyıl başlarında birbirinden farklı metafizik varsayımlara dayalı iki farklı araştırma yaklaşımının sonucu olarak yeniden dirildi. Bunlardan biri Alman tabiat filozofu ve şair Johann Wolfgang Goethe (1749-1832) tarafından gösterildi. Doğa filozofları materyalist ve ateist görüşlere ve Newton fiziğindeki mekanik tabiat görüşlerine karşı tepki gösteriyorlardı. Bunlar, dünyaya bir makina olarak bakan klasik bilimsel görüşleri reddediyorlardı. Bunlardan birisi olan Lorenz Oken (1779-1851) maddenin, elektrik ve manyetik güçlerin etkisi altındaki esirden kaynaklandığı görüşünü ileri sürdü.
Micheal Faraday (1791-1867) 1846’da manyetizma ve ışık arasında bir ilgi olduğunu gösterecekti ve esirin hem manyetik kuvvetler ve hem de bir ışık ortamı olabileceği tahmininde bulundu. Esirin farklı türdeki kuvvetleri bağlayabileceği görüşünden etkilenmişti; 1851’de şunları yazıyordu:
“Eğer bir esir varsa sırf ışınların iletilmesinden başka yararları da olması gerektiği hiç de ihtimal dışı değildir.[1]
Elektromanyetik alanlar teorisini geliştiren Maxwell (1831-1879), manyetik kuvvetlerin ve ışığın her ikisinin de esir içinde iletildiğini öne sürüyor; bu kuvvetlerin, uzayda elektrik ve manyetik yüklü kütlelerin çevresinde üretilen esir bükülmeleri olarak değerlendirileceğini ifade ediyordu.
Esirin çok farklı ve üzerinde çalışılması zor bir konu olduğu aşikardı. Esir karşı evren (parelel evrenler) dediğimiz metafizik-soyut uzaylara ait soyut zaman küresi ise ve ışıktan hızlı titreşiyorsa ve bu ortamın zamanı bizim de zamanımızı oluşturuyorsa bunu kolayca belirleyemeyecektik. Gerçi uzay-zaman denen örgümüz, aslında üçü yer (mekan-uzay) bildiren üçü de zaman bildiren bir ortak sistem meydana getirdiğini artık biliyorduk. Ancak gerçeğin bu kadar gizli olmasındaki asıl neden belki de duyularımızın fizik ötesi dünyayı algılayamıyor olmasında yatıyordu. Çünkü yarı fiziksel (ışın-kuant dünyası) varlıları tam olarak kavradığımızı dahi söyleyemiyoruz. Işığın her dalga boyunu göremiyoruz, her ses dalgasını duyamıyoruz. Gözümüzün ve kulağımızın duyarlı olabildiği frekanslar son derecede sınırlı bir alanı kapsıyor. Doğru dürüst maddeyi bile gördüğümüz söylenemezdi.
19. Yüzyılın sonlarında “esirin” nasıl anlaşıldığını yansıtması açısından 1883 yılında ünlü Nature dergisinde yer alan ifadeler hayli ilginçtir:
“Esir genelde bir akışkan ya da bir mayi olarak adlandırılmaktadır ve yine katılığı itibariyle bir jele benzetilmektedir; oysa bu adların hiç biri uygun değillerdir; bunların hepsi moleküler gruplardır, dolayısıyla esir gibi değillerdir; eylemsizlik özelliği olan sürekli sürtünmesiz bir ortamı basit olarak ve tek başına düşünelim, mefhumun muğlaklığı, bilgimizin şu anki durumunda münasip olduğundan daha fazla bir şey olmayacaktır.
Kusursuz devamlılığı olan, ince, sıkıştırılamayan, tüm uzaya yayılan ve içinde yerleşik sıradan maddenin molekülleri arasında sızan ve kendi imkanları ile birini diğerine bağlayan bir özdek fikrini idrak etmeye çalışmalıyız. Ve onu cisimler arasındaki tüm hareketlerin sürüp gittiği evrensel bir ortam olarak kabul etmeliyiz. O halde bu onun -- hareket ile enerjinin ileticisi olarak -- fonksiyonudur.”[2]
Evren ve Kuran Allah’ın iki ayrı kitabı. Kuran, “Kainat kitabının” izah ve tercümesi niteliğinde ve ondan Yaratıcısı hesabına bahsediyor ve yaratılışa ait sırlara değeri nisbetinde yer veriyor. Kuranı çağımızın anlayışına sunan ve tabiat ve evrene ait sırları yorumlayan Bediüzzaman bir ayette yer alan“su” terimini “esir” olarak yorumlar ve onun maddî yaratılışa menşe olduğunu ifade eder. “Arşı su üzerindeydi ayeti, şu madde-i esiriyeye işarettir ki; Cenab-ı Hakkın Arşı, su hükmünde olan esir maddesi üzerinde imiş; esir maddesi yaratıldıktan sonra, Saniin ilk icatlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halk ettikten sonra, cevahir-i ferde kalbetmiştir (İşarat-ül İ’caz)”. Bediüzzaman’ın bu konuyla alakalı diğer açıklamalarını konumuzun sonunda tartışacağız.
Evrendeki Birlik
19. yüzyıla kadar atomla ilgili bilgilerimiz oldukça sınırlı idi. Atom içi dünyanın özellikleri ve Kuantum teorisi ile 20. yüzyıl, elektromanyetik dalgalardan ibaret enerji ve ışınların yüzyılı oldu.
Kopernik ve Newton gibi ilim adamlarının keşifleri karşısında pek çok insan şaşkınlığa düşmüştü. Ama onların kullandıkları kavramları anlamak o kadar zor olmuyordu. Halbuki, yeni olayları ve yüz yüze gelinen doğruları anlatabilmek için artık yeni kavrayış ve düşünce tarzlarına ihtiyaç hasıl olmuştur. Bu yeni anlayış rüzgârında felsefî, ruhî, manevî orijinli düşüncelerin göze çarpması en dikkate değer nokta olmaktadır.
Newton sonrasında evren yasaları genelleştirilmiş ve bütün yaratılışı kapsamıştı. Madde, uzayda koordinatlarla belirlenmiş, bir hız sınırı bulunan ve katı-sıvı-gaz gibi hallere dönüşebilen bir bilardo topları yumağıydı. Her atom kendi sınırları içinde, bir komşu atomla ilgiliydi ve hareket halinde bulunan elektronları ortak olarak kullanmaktaydılar.
Kuantum fiziği, atomaltı dünyaya inerek, oradaki gerçek durumu, içinde yaşadığımız kâinatı oluşturan zerrelerin dünyasının bildiğimiz dünyadan çok farklı olduğunu keşfetti. Bu bilime göre birbirinden ayrı ve farklı duran atom parçacıkları, aslında birbiriyle alâkalı ve bağlı; bölünmez dinamik bir bütünlük içinde bulunur. Birbirinden çok uzak şeyler sebep-sonuç zinciri olmaksızın birbirine bağlıdır. Yüksek enerji fiziği deneylerindeki gelişmeler gösterdi ki, parçacık dünyası dinamik bir yapıya sahiptir. Parçacıklar değişmez ve sabit değiller; pek âlâ başka parçacıklara dönüşebilmektedir. Eski anlayışa göre maddenin temeli sayılan atom ve atom altı tanecikler, birbirinden bağımsız “sert nesne” ve “katı yapıtaşı” larıydılar. Materyalist düşünceye de temel teşkil eden bu anlayış maddenin derinliklerine inilince temelden değişikliğe uğramak zorunda kaldı. Çünkü maddenin en alt seviyelerine indiğimizde karşımıza “temel yapı taşları” değil, bütün parçaları arasında var olan karmaşık ilişkiler dokusu çıkıyordu. Sonuçta, katı birimler bir bir erimiş ortada “sert nesneden” eser kalmamıştı. Bu anlayış rüzgarı ile maddeci düşünce ve determinist anlayış büyük darbe yemişti.
Yine Kuantum mekaniğinin bulgularına göre aslında parçacık denen şey hareketten ibaret kalan bir şeydi. Parçacıklar enerjiden oluşturulabildikleri gibi, tamamen enerjiye de çevrilebilirlerdi. Böylece, içinde yaşadığımız dünyada "temel parçacık", "maddi öz" ya da " yalıtılmış nesne" gibi klâsik kavramlar artık anlamsız hale geliyordu.
Evrenin birbirinden ayrı yalıtılmış nesnelerden oluştuğu görüşü geçerliliğini kaybedince zaman ile uzayın geleneksel anlamları ve bilinen sebep-sonuç ilişkisi gibi kavramlar da rafa kaldırıldı.
Yeni fizikle birlikte sadece madde ve parçacık anlayışı değil “boşluk” kavramı yepyeni bir kimliğe büründü. Bu yeni modern görüş “boşluğu” adeta “canlandırıyor” onu adeta evrenin “yaşama ortamı” ve “hayatî nefes yada enerji” konumuna yükseltiyordu.
“Yeni Çağın” bilim anlayışını oluşturan teorilerin birisi "İzafiyet teorisi" idi. "İzafiyet teoremi” bizim idrak alanımızı aşan “zaman” denen bir dördüncü boyutun varlığından söz eder ve zaman ile uzayın, aslında birbirinden ayrılamayacağını ve bazen de birbirlerine dönüştüklerini anlatır. Bu konuda ilk tartışma Einstein ile başlamıştı. Sonraki yıllarda Kuantum teorisi ile İzafiyet teorisi bir araya getirildi. Bu birleştirme sonucu atom-altı parçacıklar kuvvet alanları ile açıklanmaya başlıyor, “Boşluk” dediğimiz cisimlerin çevresi de çok önemli bir dinamik değer olarak karşımıza çıkıyordu. Boşluk, maddeyi meydana getiren parçacıklarla ayrışamaz bir kozmik ağın bağlantılarıydı.
Kuantum dünyası gerçekten çok büyük bir düzen içinde işleyen kainatın, ihtimaller üzerine inşa edildiğini, katı olarak gözüken maddeler kendine ait hiçbir boyutu olmayan şeylerden oluştuğunu söylüyordu. Bu ise dünyaya, ve tüm evrensel olaylara bakışımızda farklılıklar getirmişti. Kuantum bize, içinde yaşadığımız dünyayı birbirinden yalıtılmış çok küçük öğelere ayıramayacağımızı gösteriyordu. Kuant olarak nitelendirilen enerji -- ışın, dalga, tanecik -- ne varsa birbirinden ayrı ve bağımsız tanecikler değillerdi. Birbiriyle bağlantılı olup, biri diğerine muhtaçtı. Sanki her bir tanecik bir “küll’ olup, bütüne açılıyordu. Bu açılış da vasıta ve aracı mekanın dördüncü boyutu olan “tüneller” öngörüldü. Buna “Evrenin üçüncü düzlemi” de denir.
Kuantlar ölçeğinde her şey sanki birer ada gibi birbirinden bağımsızdır ama, bu sayısız adaların alttan okyanus tabanından birbirine kara bağlantıları mevcuttur. Böylece fert (cüz), tüm olana (külle) bağlanır. Tüm parçalar aralarında münasebetlerin devam ettiği bir doku ve örgü bütünlüğü vardır. Bir şey her şeyle bağlı, bir şey neye muhtaçsa her şey de aynı şeye muhtaçtı. Kuantum modeli, böylece küçük-büyük, basit-karmaşık, kozmik, atomik her şey, karşılıklı birbirine muhtaç ve bir gerçeğin ayrılmaz birer parçası halinde yeni bir evren modeli çıkardı. Yeni modelde “boşluk” kavramı eski klasik anlamını kaybediyor ve varlığın menşei ve faaliyet alanı konumuna yükseliyordu.
İzafiyet teorisi de Kuantum bulgularına destek veriyordu. Madde, hareket ve boşluk birbirinden ayrı ve bağımsız şeyler değildi. Birbirinden ayrılamaz bir bütününün unsurlarıydı. Sadece madde ile boşluk değil, yük ile akım; elektrik ile manyetik alan da bu bütünlüğe dahil olmuş ve birliğin çerçevesi ve boyutu evreni içine alacak şekilde genişlemeye başlamıştı. Tüm hareketler izafi olduğuna göre her türlü yük, bir akım olarak da idrak edilebilmektedir. Nitekim elektrik alanı, aynı anda bir manyetik alan olabilmekte ve biri diğerinin yerine geçebilmektedir. Bu yüzden her iki alan, tek bir elektromanyetik alan halinde birleştirilmiştir.
Araştırmalar derinleştikçe bu birlikteliğe yeni halkalar eklendi. Nihayet Kuantum alanının evrenin en önemli öteki kuvvetiyle, yani yerçekimi kuvveti ile bağlantısı ortaya çıkarıldı. Modern fizik, maddeleri Mach ilkesine [3]< span>
< span>
“Günümüzde kozmoloji dalında meydana gelen gelişmeler, günlük kural ve şartların evrenin uzak bölgeleri olmadan geçerli olamayacağını ve evrenin söz konusu uzak bölgelerinin ortadan kalkması halinde uzay ve geometri hakkında sahip olduğumuz bütün fikirlerin geçersiz olacağını hızla ortaya çıkarmışlardır. Günlük tecrübelerimiz, en küçük detaylarına kadar evrenin büyük ölçekli nitelikleri ile o kadar içli dışlıdır ki, onların ikisini birbirlerinden ayrı olarak düşünmek bile imkansız bir hale gelmiştir.”[4]
Kâinatın parçalara ayrılamaz bütünlüğü, kozmozun birliği; birbirinden farklı ve zıt kuvvetlerin, enerji ve maddi unsurların aslında tek bir yapının değişik fazları ve dalgalanmaların ibaret ortaya çıkarılması gerçekten bu keşiflerin en büyük zaferi idi. Bu keşiflerin arkasında görünen bir gerçek de bu akıl almaz birliği tesis eden ve bozulmadan devamını sağlayan bir “Yaratıcı” nın varlığının bilim aynasında açıkça görünmesiydi. Kuran ve tüm semavi kitapların temeli olan tevhid inancı; Allahın varlığı ve birliği, kainat kitabının da en açık ve en temel gerçeği olarak karşımıza çıkmıştı. En küçüklerin dünyasından en büyüklerin dünyasına kadar her şeyin birbiriyle bağıntısı; kozmozdan kuantuma evrenin yekpare yapısı ile gündeme gelen başka bir konu daha vardı: Bu bütünlüğün sağlandığı ve her şeyi birbirine bağlayan bir destek ortamının varlığı.
Ether (esir) kelimesinin eski çağlarca göğün maviliği anlamına geldiği; fezayı mavileştiren cevher – öz anlamında kullanıldığı rivayet edilir. On yedinci yüzyılda bu terim Descartes tarafından benimsenmişti. Descartes, esirin gökyüzünün boşluklarını doldurduğunu ve boş uzay denen şeyin bir basınçlı dolgunluk olduğunu ileri sürdü. Esirin, manyetizma gibi uzayda faaliyet gösteren çekme ve itme güçlerinin aktarılmasında da aracı olduğunu ekliyordu.
Tabiatla ilgili teorileri daha ziyade gözleme bağlayan Newton’un aksine Descartes mantıksal analizden, metafizik ve dinî inançlardan destek alıyordu. Descartes’a göre esir mantıksal bir gereklilik, Newton’a göre ise deneysel bir hipotez idi.
Esire olan ilgi 19. yüzyıl başlarında birbirinden farklı metafizik varsayımlara dayalı iki farklı araştırma yaklaşımının sonucu olarak yeniden dirildi. Bunlardan biri Alman tabiat filozofu ve şair Johann Wolfgang Goethe (1749-1832) tarafından gösterildi. Doğa filozofları materyalist ve ateist görüşlere ve Newton fiziğindeki mekanik tabiat görüşlerine karşı tepki gösteriyorlardı. Bunlar, dünyaya bir makina olarak bakan klasik bilimsel görüşleri reddediyorlardı. Bunlardan birisi olan Lorenz Oken (1779-1851) maddenin, elektrik ve manyetik güçlerin etkisi altındaki esirden kaynaklandığı görüşünü ileri sürdü.
Micheal Faraday (1791-1867) 1846’da manyetizma ve ışık arasında bir ilgi olduğunu gösterecekti ve esirin hem manyetik kuvvetler ve hem de bir ışık ortamı olabileceği tahmininde bulundu. Esirin farklı türdeki kuvvetleri bağlayabileceği görüşünden etkilenmişti; 1851’de şunları yazıyordu:
“Eğer bir esir varsa sırf ışınların iletilmesinden başka yararları da olması gerektiği hiç de ihtimal dışı değildir.[1]
Elektromanyetik alanlar teorisini geliştiren Maxwell (1831-1879), manyetik kuvvetlerin ve ışığın her ikisinin de esir içinde iletildiğini öne sürüyor; bu kuvvetlerin, uzayda elektrik ve manyetik yüklü kütlelerin çevresinde üretilen esir bükülmeleri olarak değerlendirileceğini ifade ediyordu.
Esirin çok farklı ve üzerinde çalışılması zor bir konu olduğu aşikardı. Esir karşı evren (parelel evrenler) dediğimiz metafizik-soyut uzaylara ait soyut zaman küresi ise ve ışıktan hızlı titreşiyorsa ve bu ortamın zamanı bizim de zamanımızı oluşturuyorsa bunu kolayca belirleyemeyecektik. Gerçi uzay-zaman denen örgümüz, aslında üçü yer (mekan-uzay) bildiren üçü de zaman bildiren bir ortak sistem meydana getirdiğini artık biliyorduk. Ancak gerçeğin bu kadar gizli olmasındaki asıl neden belki de duyularımızın fizik ötesi dünyayı algılayamıyor olmasında yatıyordu. Çünkü yarı fiziksel (ışın-kuant dünyası) varlıları tam olarak kavradığımızı dahi söyleyemiyoruz. Işığın her dalga boyunu göremiyoruz, her ses dalgasını duyamıyoruz. Gözümüzün ve kulağımızın duyarlı olabildiği frekanslar son derecede sınırlı bir alanı kapsıyor. Doğru dürüst maddeyi bile gördüğümüz söylenemezdi.
19. Yüzyılın sonlarında “esirin” nasıl anlaşıldığını yansıtması açısından 1883 yılında ünlü Nature dergisinde yer alan ifadeler hayli ilginçtir:
“Esir genelde bir akışkan ya da bir mayi olarak adlandırılmaktadır ve yine katılığı itibariyle bir jele benzetilmektedir; oysa bu adların hiç biri uygun değillerdir; bunların hepsi moleküler gruplardır, dolayısıyla esir gibi değillerdir; eylemsizlik özelliği olan sürekli sürtünmesiz bir ortamı basit olarak ve tek başına düşünelim, mefhumun muğlaklığı, bilgimizin şu anki durumunda münasip olduğundan daha fazla bir şey olmayacaktır.
Kusursuz devamlılığı olan, ince, sıkıştırılamayan, tüm uzaya yayılan ve içinde yerleşik sıradan maddenin molekülleri arasında sızan ve kendi imkanları ile birini diğerine bağlayan bir özdek fikrini idrak etmeye çalışmalıyız. Ve onu cisimler arasındaki tüm hareketlerin sürüp gittiği evrensel bir ortam olarak kabul etmeliyiz. O halde bu onun -- hareket ile enerjinin ileticisi olarak -- fonksiyonudur.”[2]
Evren ve Kuran Allah’ın iki ayrı kitabı. Kuran, “Kainat kitabının” izah ve tercümesi niteliğinde ve ondan Yaratıcısı hesabına bahsediyor ve yaratılışa ait sırlara değeri nisbetinde yer veriyor. Kuranı çağımızın anlayışına sunan ve tabiat ve evrene ait sırları yorumlayan Bediüzzaman bir ayette yer alan“su” terimini “esir” olarak yorumlar ve onun maddî yaratılışa menşe olduğunu ifade eder. “Arşı su üzerindeydi ayeti, şu madde-i esiriyeye işarettir ki; Cenab-ı Hakkın Arşı, su hükmünde olan esir maddesi üzerinde imiş; esir maddesi yaratıldıktan sonra, Saniin ilk icatlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halk ettikten sonra, cevahir-i ferde kalbetmiştir (İşarat-ül İ’caz)”. Bediüzzaman’ın bu konuyla alakalı diğer açıklamalarını konumuzun sonunda tartışacağız.
Evrendeki Birlik
19. yüzyıla kadar atomla ilgili bilgilerimiz oldukça sınırlı idi. Atom içi dünyanın özellikleri ve Kuantum teorisi ile 20. yüzyıl, elektromanyetik dalgalardan ibaret enerji ve ışınların yüzyılı oldu.
Kopernik ve Newton gibi ilim adamlarının keşifleri karşısında pek çok insan şaşkınlığa düşmüştü. Ama onların kullandıkları kavramları anlamak o kadar zor olmuyordu. Halbuki, yeni olayları ve yüz yüze gelinen doğruları anlatabilmek için artık yeni kavrayış ve düşünce tarzlarına ihtiyaç hasıl olmuştur. Bu yeni anlayış rüzgârında felsefî, ruhî, manevî orijinli düşüncelerin göze çarpması en dikkate değer nokta olmaktadır.
Newton sonrasında evren yasaları genelleştirilmiş ve bütün yaratılışı kapsamıştı. Madde, uzayda koordinatlarla belirlenmiş, bir hız sınırı bulunan ve katı-sıvı-gaz gibi hallere dönüşebilen bir bilardo topları yumağıydı. Her atom kendi sınırları içinde, bir komşu atomla ilgiliydi ve hareket halinde bulunan elektronları ortak olarak kullanmaktaydılar.
Kuantum fiziği, atomaltı dünyaya inerek, oradaki gerçek durumu, içinde yaşadığımız kâinatı oluşturan zerrelerin dünyasının bildiğimiz dünyadan çok farklı olduğunu keşfetti. Bu bilime göre birbirinden ayrı ve farklı duran atom parçacıkları, aslında birbiriyle alâkalı ve bağlı; bölünmez dinamik bir bütünlük içinde bulunur. Birbirinden çok uzak şeyler sebep-sonuç zinciri olmaksızın birbirine bağlıdır. Yüksek enerji fiziği deneylerindeki gelişmeler gösterdi ki, parçacık dünyası dinamik bir yapıya sahiptir. Parçacıklar değişmez ve sabit değiller; pek âlâ başka parçacıklara dönüşebilmektedir. Eski anlayışa göre maddenin temeli sayılan atom ve atom altı tanecikler, birbirinden bağımsız “sert nesne” ve “katı yapıtaşı” larıydılar. Materyalist düşünceye de temel teşkil eden bu anlayış maddenin derinliklerine inilince temelden değişikliğe uğramak zorunda kaldı. Çünkü maddenin en alt seviyelerine indiğimizde karşımıza “temel yapı taşları” değil, bütün parçaları arasında var olan karmaşık ilişkiler dokusu çıkıyordu. Sonuçta, katı birimler bir bir erimiş ortada “sert nesneden” eser kalmamıştı. Bu anlayış rüzgarı ile maddeci düşünce ve determinist anlayış büyük darbe yemişti.
Yine Kuantum mekaniğinin bulgularına göre aslında parçacık denen şey hareketten ibaret kalan bir şeydi. Parçacıklar enerjiden oluşturulabildikleri gibi, tamamen enerjiye de çevrilebilirlerdi. Böylece, içinde yaşadığımız dünyada "temel parçacık", "maddi öz" ya da " yalıtılmış nesne" gibi klâsik kavramlar artık anlamsız hale geliyordu.
Evrenin birbirinden ayrı yalıtılmış nesnelerden oluştuğu görüşü geçerliliğini kaybedince zaman ile uzayın geleneksel anlamları ve bilinen sebep-sonuç ilişkisi gibi kavramlar da rafa kaldırıldı.
Yeni fizikle birlikte sadece madde ve parçacık anlayışı değil “boşluk” kavramı yepyeni bir kimliğe büründü. Bu yeni modern görüş “boşluğu” adeta “canlandırıyor” onu adeta evrenin “yaşama ortamı” ve “hayatî nefes yada enerji” konumuna yükseltiyordu.
“Yeni Çağın” bilim anlayışını oluşturan teorilerin birisi "İzafiyet teorisi" idi. "İzafiyet teoremi” bizim idrak alanımızı aşan “zaman” denen bir dördüncü boyutun varlığından söz eder ve zaman ile uzayın, aslında birbirinden ayrılamayacağını ve bazen de birbirlerine dönüştüklerini anlatır. Bu konuda ilk tartışma Einstein ile başlamıştı. Sonraki yıllarda Kuantum teorisi ile İzafiyet teorisi bir araya getirildi. Bu birleştirme sonucu atom-altı parçacıklar kuvvet alanları ile açıklanmaya başlıyor, “Boşluk” dediğimiz cisimlerin çevresi de çok önemli bir dinamik değer olarak karşımıza çıkıyordu. Boşluk, maddeyi meydana getiren parçacıklarla ayrışamaz bir kozmik ağın bağlantılarıydı.
Kuantum dünyası gerçekten çok büyük bir düzen içinde işleyen kainatın, ihtimaller üzerine inşa edildiğini, katı olarak gözüken maddeler kendine ait hiçbir boyutu olmayan şeylerden oluştuğunu söylüyordu. Bu ise dünyaya, ve tüm evrensel olaylara bakışımızda farklılıklar getirmişti. Kuantum bize, içinde yaşadığımız dünyayı birbirinden yalıtılmış çok küçük öğelere ayıramayacağımızı gösteriyordu. Kuant olarak nitelendirilen enerji -- ışın, dalga, tanecik -- ne varsa birbirinden ayrı ve bağımsız tanecikler değillerdi. Birbiriyle bağlantılı olup, biri diğerine muhtaçtı. Sanki her bir tanecik bir “küll’ olup, bütüne açılıyordu. Bu açılış da vasıta ve aracı mekanın dördüncü boyutu olan “tüneller” öngörüldü. Buna “Evrenin üçüncü düzlemi” de denir.
Kuantlar ölçeğinde her şey sanki birer ada gibi birbirinden bağımsızdır ama, bu sayısız adaların alttan okyanus tabanından birbirine kara bağlantıları mevcuttur. Böylece fert (cüz), tüm olana (külle) bağlanır. Tüm parçalar aralarında münasebetlerin devam ettiği bir doku ve örgü bütünlüğü vardır. Bir şey her şeyle bağlı, bir şey neye muhtaçsa her şey de aynı şeye muhtaçtı. Kuantum modeli, böylece küçük-büyük, basit-karmaşık, kozmik, atomik her şey, karşılıklı birbirine muhtaç ve bir gerçeğin ayrılmaz birer parçası halinde yeni bir evren modeli çıkardı. Yeni modelde “boşluk” kavramı eski klasik anlamını kaybediyor ve varlığın menşei ve faaliyet alanı konumuna yükseliyordu.
İzafiyet teorisi de Kuantum bulgularına destek veriyordu. Madde, hareket ve boşluk birbirinden ayrı ve bağımsız şeyler değildi. Birbirinden ayrılamaz bir bütününün unsurlarıydı. Sadece madde ile boşluk değil, yük ile akım; elektrik ile manyetik alan da bu bütünlüğe dahil olmuş ve birliğin çerçevesi ve boyutu evreni içine alacak şekilde genişlemeye başlamıştı. Tüm hareketler izafi olduğuna göre her türlü yük, bir akım olarak da idrak edilebilmektedir. Nitekim elektrik alanı, aynı anda bir manyetik alan olabilmekte ve biri diğerinin yerine geçebilmektedir. Bu yüzden her iki alan, tek bir elektromanyetik alan halinde birleştirilmiştir.
Araştırmalar derinleştikçe bu birlikteliğe yeni halkalar eklendi. Nihayet Kuantum alanının evrenin en önemli öteki kuvvetiyle, yani yerçekimi kuvveti ile bağlantısı ortaya çıkarıldı. Modern fizik, maddeleri Mach ilkesine [3]< span>
< span>
“Günümüzde kozmoloji dalında meydana gelen gelişmeler, günlük kural ve şartların evrenin uzak bölgeleri olmadan geçerli olamayacağını ve evrenin söz konusu uzak bölgelerinin ortadan kalkması halinde uzay ve geometri hakkında sahip olduğumuz bütün fikirlerin geçersiz olacağını hızla ortaya çıkarmışlardır. Günlük tecrübelerimiz, en küçük detaylarına kadar evrenin büyük ölçekli nitelikleri ile o kadar içli dışlıdır ki, onların ikisini birbirlerinden ayrı olarak düşünmek bile imkansız bir hale gelmiştir.”[4]
Kâinatın parçalara ayrılamaz bütünlüğü, kozmozun birliği; birbirinden farklı ve zıt kuvvetlerin, enerji ve maddi unsurların aslında tek bir yapının değişik fazları ve dalgalanmaların ibaret ortaya çıkarılması gerçekten bu keşiflerin en büyük zaferi idi. Bu keşiflerin arkasında görünen bir gerçek de bu akıl almaz birliği tesis eden ve bozulmadan devamını sağlayan bir “Yaratıcı” nın varlığının bilim aynasında açıkça görünmesiydi. Kuran ve tüm semavi kitapların temeli olan tevhid inancı; Allahın varlığı ve birliği, kainat kitabının da en açık ve en temel gerçeği olarak karşımıza çıkmıştı. En küçüklerin dünyasından en büyüklerin dünyasına kadar her şeyin birbiriyle bağıntısı; kozmozdan kuantuma evrenin yekpare yapısı ile gündeme gelen başka bir konu daha vardı: Bu bütünlüğün sağlandığı ve her şeyi birbirine bağlayan bir destek ortamının varlığı.