Ey nefis! Zevcen olan hanımını düşünerek kendini sakınıyorsan, ben onu boşadım. Sahip olduğun köleleri hatırlayarak geri çekiliyorsan, ben onların hepsini azad ettim. Eğer Medine'deki bağ ve hurmalıklarını merak ediyorsan, bil ki şu andan itibaren onları ben Resul-i Ekrem'e hediye ettim. Şimdi bir diyeceğin,bir vesvesen kaldı mı? '
HİCRETİN sekizinci senesinde, on bin kişilik İslam ordusu ile yüz bin kişilik haçlı ordusu Şam yakınındaki Mute'de karşılaştılar. İki taraf arasında gerek sayı, gerekse silah ve teçhizat bakımından asla mukayese edilemeyecek kadar büyük fark vardı... On bin kişilik İslam mücahitlerinin çoğunda, yorulduğunda sırtına bineceği bir deve, düşmana karşı koyacağıbir kılıç bile yoktu. Buna mukabil Herakliyus ve Rum Kayseri'nin kuvvetlerinden meydana gelmiş ordu gömgök zırh içinde pür silahtılar. Hepsi de atlı veya insanın yetişmesi adeta güç vaziyette yüksek develerin üzerindeydiler.
İlk bakışta, İslam Ordusunun ezilip mahvolması bir an meselesiydi. Ashabdan bazıları da tahminlerinin üzerinde bir silah ve sayı çokluğunda buldukları bu yüz bin kişilik müsellah (silahlı) ordu ile karşılaşmanın iyi netice vermeyeceği kanaatindeydiler...
Bu sırada tenha yerlerde sık sık:- Ya Rab! Bana şehitlik şerefini ihsan eyle, makamların en yükseği olan iman yolunda ölmek' nimetinden beni mahrum eyleme... diye yalvaran Abdul-
lah bin Revaha'nın gür sesi duyuldu:
- Ey Müslümanlar! Sizler evlerinizden çıkarken Din-i İslam uğrunda şehit olmak niyeti ile çıkmadınız mı? Allah'a yemin ederim ki, biz Müslümanlar şimdiye kadar girdiğimiz harplerin hiç birisini silahlarımızın mükemmelliği, bineklerimizin çokluğu, sayımızın üstünlüğü ile kazanmadık. Bize, azlığımıza, maddi zaaf ve aczimize rağmen, zaferler kazandıran kuvvet, sadece din kuvvetidir. Ölürsek şehit olur,bizden evvelki kardeşlerimize kavuşuruz. Kalırsak zaferi kazanır, İslam’ın ulvi bayrağını Mute'ye dikeriz.
Bu sözler, zaten İslami hassasiyeti kemal derecesinde bulunan İslam mücahitlerinin coşmasına kafi geldi. Serapa cesaret ve celadet kesilen İslam ordusu, yüz bin kişilik pür silah Rum ordusuna karşı koyma cesaretini- kendisinde buldu. Ve Mute kasabasının önünde bir avuç denecek kadar az olan Ashab-ı Kiram, koskoca bir Haçlı ordusuna meydan okudu.
Ordu kumandanı Zeyd bin Harise'nin elinde Resul-i Ekrem'in teslim ettiği beyaz bayrak olduğu halde ilk çarpışmada şehid olması üzerine, İslam bayrağını Cafer bin Ebi Talib alarak atını düşman safları üzerine mahmuzladı.
O'nun girdiği saf iki tarafa yol açıyor, ' Cafer geliyor,' diyen düşman askerleri selameti sağa sola dağılmakta buluyorlardı. Bu arada önünden kaçışan pür-silah Rum askerleri, Cafer'in arkasına düşüyor ve arkadan vurmak istiyorlardı.Düşman o kadar çoktu ki, her Müslüman’a bir manga mücehhez düşman askerinden fazla düşüyordu. Birbirlerine yardımdan ziyade her Müslüman hedefini haklamakla meşguldü. Nihayet arkadan gelen bir kılıç darbesiyle kumandan Cafer'in sağ kolu düştü; ' ordunun bayrağını yere düşürmek istemeyen kumandan, İslam bayrağını sol eline aldı ve bu hal ile etrafını saranlara mukabele etmeye devam etti. Arkasından bir uğursuz kılıç daha gelmiş, bu da Cafer'in diğer kolunu düşürmüştü... Buna rağmen ordu kumandanı Cafer, bayrağı yere bırakmak istemiyor, bu sefer de koltuğunun altına alarak muhafazaya çalışıyordu... Ne var ki, düşman pek çoktu. Cafer’in mukabele edecek ne sağ, ne de sol kolu kalmıştı...Daha fazla dayanamadı, kılıç ve mızrak darbeleri arasında atından aşağı düşerek şehit olan Cafer'in mübarek vücudunda sonradan doksandan fazla ok ve mızrak yarası saydılar.
Bu sırada Cafer'in şahadet haberini duyan Abdullah bin Revaha'ya, kendisini ayakta tutacak kadar bir et parçası vermişler, onu yemekle meşguldü.- Cafer'in gittiği dünyada benim işim ne? - diyerek elindeki eti bir tarafa bırakıp atına sıçradığı gibi düşman üzerine yürüdü. Çarpışma sırasında kırılan parmağı sallanıp duruyor. Abdullah bin Revaha'nın canını sıkıyordu. Bir fırsatını bulup atından indi, hareketine mani olan parmağının ucuna basarak koparıp attı.
Abdullah İslam için şehit olmaya kararlı idi. Ne var ki, Medine'de ailesi, köleleri, hurma bahçeleri ve daha bir sürü serveti vardı. Şeytan bunları Abdullah'ın hatırına getiriyor:
- Vazgeç, dünyayı sen mi ıslah edeceksin, git,Medine'deki hurmalıklarını işlet, para kazan, yaşamana bak! Diyordu. Şeytanın bu vesvesesini de susturmak için bir ayağı atının üzengisinde, biri de kumların üzerinde olan Abdullah bin Revaha'nın kendi kendine şöyle konuştuğu duyuldu:
- Ey nefis! Zevcen olan hanımını düşünerek. Kendini sakınıyorsan, ben onu boşadım; sahip olduğun köleleri hatırlayarak geri çekilmek istiyorsan, ben onların hepsini azat ettim; eğer Medine'deki bağ ve hurmalarını merak ediyorsan, iyi bil ki, şu andan itibaren onları ben Resul-i Ekrem'e hediye ettim. Şimdi bir diyeceğin, bir vesvesen kaldı mı?
Bunları söyledikten sonra, eline aldığı bayrakla birlikte düşman saflarına doğru hücuma geçen Abdullah, sayısı bilinemeyecek kadar düşman askeri düşürdü, hiç boşuna çıkmayan kılıcı her sallayışta bazen iki, bazen üç düşmanı birden yere seriyordu. Nihayet diğerleri gibi o da şerbet-i şahadeti içti.
O gece, Halid bin Velid İslam ordusunun sağ cenahını sola, sol cenahını da sağ tarafa yerleştirdiği için sabah Rum ordusu, karşılarında yepyeni mücahitleri görünce Müslümanlara yeni takviye gelmiş zannına kapılarak yer yer bozguna maruz kaldı. Ve en sonunda yüz bin kişilik Rum ordusu bir avuç Müslüman’ın karşısında selameti kaçmakta bularak bir gece karanlığında cepheden çekiliverdiler. Sayı bakımından küçük bir kitlenin koskoca bir orduyu kaçırışının hikmetini düşünürken, Abdullah bin Revaha'nın şu sözlerini hatırlayacağız:
- Ey Müslümanlar! Şimdiye kadar kazandığımız harpleri sayımızın çokluğu ile, kuvvetimizin üstünlüğü ile kazanmadık. Bize zafer kazandıran kuvvet din
kuvvetidir. 'ölürsek şehit, kalırsak gazi' inancıdır!
HİCRETİN sekizinci senesinde, on bin kişilik İslam ordusu ile yüz bin kişilik haçlı ordusu Şam yakınındaki Mute'de karşılaştılar. İki taraf arasında gerek sayı, gerekse silah ve teçhizat bakımından asla mukayese edilemeyecek kadar büyük fark vardı... On bin kişilik İslam mücahitlerinin çoğunda, yorulduğunda sırtına bineceği bir deve, düşmana karşı koyacağıbir kılıç bile yoktu. Buna mukabil Herakliyus ve Rum Kayseri'nin kuvvetlerinden meydana gelmiş ordu gömgök zırh içinde pür silahtılar. Hepsi de atlı veya insanın yetişmesi adeta güç vaziyette yüksek develerin üzerindeydiler.
İlk bakışta, İslam Ordusunun ezilip mahvolması bir an meselesiydi. Ashabdan bazıları da tahminlerinin üzerinde bir silah ve sayı çokluğunda buldukları bu yüz bin kişilik müsellah (silahlı) ordu ile karşılaşmanın iyi netice vermeyeceği kanaatindeydiler...
Bu sırada tenha yerlerde sık sık:- Ya Rab! Bana şehitlik şerefini ihsan eyle, makamların en yükseği olan iman yolunda ölmek' nimetinden beni mahrum eyleme... diye yalvaran Abdul-
lah bin Revaha'nın gür sesi duyuldu:
- Ey Müslümanlar! Sizler evlerinizden çıkarken Din-i İslam uğrunda şehit olmak niyeti ile çıkmadınız mı? Allah'a yemin ederim ki, biz Müslümanlar şimdiye kadar girdiğimiz harplerin hiç birisini silahlarımızın mükemmelliği, bineklerimizin çokluğu, sayımızın üstünlüğü ile kazanmadık. Bize, azlığımıza, maddi zaaf ve aczimize rağmen, zaferler kazandıran kuvvet, sadece din kuvvetidir. Ölürsek şehit olur,bizden evvelki kardeşlerimize kavuşuruz. Kalırsak zaferi kazanır, İslam’ın ulvi bayrağını Mute'ye dikeriz.
Bu sözler, zaten İslami hassasiyeti kemal derecesinde bulunan İslam mücahitlerinin coşmasına kafi geldi. Serapa cesaret ve celadet kesilen İslam ordusu, yüz bin kişilik pür silah Rum ordusuna karşı koyma cesaretini- kendisinde buldu. Ve Mute kasabasının önünde bir avuç denecek kadar az olan Ashab-ı Kiram, koskoca bir Haçlı ordusuna meydan okudu.
Ordu kumandanı Zeyd bin Harise'nin elinde Resul-i Ekrem'in teslim ettiği beyaz bayrak olduğu halde ilk çarpışmada şehid olması üzerine, İslam bayrağını Cafer bin Ebi Talib alarak atını düşman safları üzerine mahmuzladı.
O'nun girdiği saf iki tarafa yol açıyor, ' Cafer geliyor,' diyen düşman askerleri selameti sağa sola dağılmakta buluyorlardı. Bu arada önünden kaçışan pür-silah Rum askerleri, Cafer'in arkasına düşüyor ve arkadan vurmak istiyorlardı.Düşman o kadar çoktu ki, her Müslüman’a bir manga mücehhez düşman askerinden fazla düşüyordu. Birbirlerine yardımdan ziyade her Müslüman hedefini haklamakla meşguldü. Nihayet arkadan gelen bir kılıç darbesiyle kumandan Cafer'in sağ kolu düştü; ' ordunun bayrağını yere düşürmek istemeyen kumandan, İslam bayrağını sol eline aldı ve bu hal ile etrafını saranlara mukabele etmeye devam etti. Arkasından bir uğursuz kılıç daha gelmiş, bu da Cafer'in diğer kolunu düşürmüştü... Buna rağmen ordu kumandanı Cafer, bayrağı yere bırakmak istemiyor, bu sefer de koltuğunun altına alarak muhafazaya çalışıyordu... Ne var ki, düşman pek çoktu. Cafer’in mukabele edecek ne sağ, ne de sol kolu kalmıştı...Daha fazla dayanamadı, kılıç ve mızrak darbeleri arasında atından aşağı düşerek şehit olan Cafer'in mübarek vücudunda sonradan doksandan fazla ok ve mızrak yarası saydılar.
Bu sırada Cafer'in şahadet haberini duyan Abdullah bin Revaha'ya, kendisini ayakta tutacak kadar bir et parçası vermişler, onu yemekle meşguldü.- Cafer'in gittiği dünyada benim işim ne? - diyerek elindeki eti bir tarafa bırakıp atına sıçradığı gibi düşman üzerine yürüdü. Çarpışma sırasında kırılan parmağı sallanıp duruyor. Abdullah bin Revaha'nın canını sıkıyordu. Bir fırsatını bulup atından indi, hareketine mani olan parmağının ucuna basarak koparıp attı.
Abdullah İslam için şehit olmaya kararlı idi. Ne var ki, Medine'de ailesi, köleleri, hurma bahçeleri ve daha bir sürü serveti vardı. Şeytan bunları Abdullah'ın hatırına getiriyor:
- Vazgeç, dünyayı sen mi ıslah edeceksin, git,Medine'deki hurmalıklarını işlet, para kazan, yaşamana bak! Diyordu. Şeytanın bu vesvesesini de susturmak için bir ayağı atının üzengisinde, biri de kumların üzerinde olan Abdullah bin Revaha'nın kendi kendine şöyle konuştuğu duyuldu:
- Ey nefis! Zevcen olan hanımını düşünerek. Kendini sakınıyorsan, ben onu boşadım; sahip olduğun köleleri hatırlayarak geri çekilmek istiyorsan, ben onların hepsini azat ettim; eğer Medine'deki bağ ve hurmalarını merak ediyorsan, iyi bil ki, şu andan itibaren onları ben Resul-i Ekrem'e hediye ettim. Şimdi bir diyeceğin, bir vesvesen kaldı mı?
Bunları söyledikten sonra, eline aldığı bayrakla birlikte düşman saflarına doğru hücuma geçen Abdullah, sayısı bilinemeyecek kadar düşman askeri düşürdü, hiç boşuna çıkmayan kılıcı her sallayışta bazen iki, bazen üç düşmanı birden yere seriyordu. Nihayet diğerleri gibi o da şerbet-i şahadeti içti.
O gece, Halid bin Velid İslam ordusunun sağ cenahını sola, sol cenahını da sağ tarafa yerleştirdiği için sabah Rum ordusu, karşılarında yepyeni mücahitleri görünce Müslümanlara yeni takviye gelmiş zannına kapılarak yer yer bozguna maruz kaldı. Ve en sonunda yüz bin kişilik Rum ordusu bir avuç Müslüman’ın karşısında selameti kaçmakta bularak bir gece karanlığında cepheden çekiliverdiler. Sayı bakımından küçük bir kitlenin koskoca bir orduyu kaçırışının hikmetini düşünürken, Abdullah bin Revaha'nın şu sözlerini hatırlayacağız:
- Ey Müslümanlar! Şimdiye kadar kazandığımız harpleri sayımızın çokluğu ile, kuvvetimizin üstünlüğü ile kazanmadık. Bize zafer kazandıran kuvvet din
kuvvetidir. 'ölürsek şehit, kalırsak gazi' inancıdır!