fetih
New member
- Katılım
- 16 Şub 2007
- Mesajlar
- 1,994
- Tepkime puanı
- 355
- Puanları
- 0
- Yaş
- 46
Mâneviyat yolunda ilerleyen bir mümin, çok değişik tecellîlerle karşılaşır. Zîrâ insan kalbi okyanus gibidir. Bu okyanusun suları bazen çok durgundur, bazen de korkunç dalgalı bir fırtına hâlindedir. Bu sebeple okyanusu geçip sâhil-i selâmete ulaşmak için geminin sağlamlığı kadar dirâyetli bir kaptana da ihtiyaç vardır. Eğer kaptan fırtınalar esnâsında gemisine hâkim olamazsa, onu okyanusun derinliklerine gömüverir. Henüz yolun başındakilerde bu gibi tecellîler pek görülmez. Ancak bu deryada açıldıkça Rahmânî mi şeytânî mi olduğu bilinemeyen zuhûratlar, ferdden ferde değişen bâzı mânevî cilveler, inkıbâz, inbisât(1) vs. tâbir olunan birtakım hâller kendini göstermeye başlar. İşte bunların tesbîti ve tedbîri için dirâyetli ve kâmil bir mürşidin rehberliğine ihtiyaç vardır.
Her mümin bu istikâmete ermek için kendisini bir disiplin altına almalıdır. Ümmete en büyük numûne şahsiyet olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in kalbî hayâtını da titizlikle ve tâkat nisbetinde tatbîk etmeye çalışmalıdır. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hakk'a teslîmiyetini, belâ ve sıkıntılar karşısında sabır ve şükür hâlini, nîmetler, derya gibi önünde akarken sergilediği istiğnâ, tevâzû ve mahviyeti, imkân nisbetinde hayata geçirmelidir. Bu sebeple kalbî inkişâf yolundaki engelleri aşabilmek için, peygamber vârisi olan âlimlerin, âriflerin ve mürşid-i kâmillerin rehberliğine tevâzû ve edeble mürâcaat edip, tavsiyelerini cân u gönülden tatbîke gayret etmelidir. Hak dostlarının yakınında ve terbiyesi altında bulunmayı nîmet bilmelidir. Çünkü nûrunu güneşten alan mehtap, nasıl güneşin varlığına bir delîl ise, nûr-i Muhammedî ile nûrlanmış velîler de Hazret-i Peygamber'in birer şâhidi ve vârisidir.
Tasavvuf, kişide fıtraten -az veya çok- var olan mânevî istîdâdı inkişâf ettirmektir. Her gönül -tâbir câizse- altında petrol bulunan bir arâzî gibidir. Fakat sondaj vurulmadığı için o petrol, kendi başına hiçbir zaman dışarı çıkma imkânı bulamaz. İşte o alt zemindeki petrol, Cenâb-ı Hakk'ın insana verdiği mânevî bir istîdâddır. Bu da tıpkı akıl gibi her insanda muhtelif seviyededir.
Bu istîdâdın inkişâfı için mânevî sondajı vurarak o cevheri açığa çıkaracak olan, mürşid-i kâmildir. Ancak bu petrolün yukarı çıkabilmesi için tâ mâdenin bulunduğu mıntıkaya kadar o sondajın ulaşabilmesi gerekir. Ve sondaj âletinin bir kayaya çarpıp parçalanmaması için de sağlam olması îcâb eder. Bu demektir ki mânevî rehberliğine teslîm olunacak mürşidin muktedir ve dirâyetli olması da son derece mühimdir. Bunun da belli bâzı kıstasları vardır. Yeri gelmişken bu mühim meseleye bir nebze temâs etmek isteriz:
Gerçek bir mürşid-i kâmili, sâhib olduğu şu üç vasıfla tanımak mümkündür:
Birinci vasıf:
Kitap ve sünnete tam bir ittibâdır. Kâmil bir mürşidin hayatı ve amelleri Kur'ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye ahlâkının yaşanmasından ibârettir. Mürşid-i kâmillerin Kitap ve sünnete bağlılıkları daha bir üst derecededir. Tıpkı karlı arâzîdeki bir şahsın, adımlarını önden giden rehberin ayak izlerine, tam bir hassâsiyetle basarak yürümesi gibidir. Bunun için mürşid-i kâmile "veresetü'l-enbiyâ", yâni peygamber vârisi denir. Tabiî ki, böyle bir bağlılığın muhtevâsında nefsânî bir hayat yaşanamaz.
İkinci vasıf:
Söz ve hâlleriyle Allâh'ı hatırlatmasıdır. Allâh'ın velî kulları esmâ-yı ilâhiyye tecellîlerine kâmilen mazhar olup, cemâlî sıfatları ahlâka inkılâb ettirdiklerinden etrafındakilere dâimâ Allâh'ı hatırlatırlar. Nitekim ashâb-ı kirâm:
"- Allâh'ın velî kulları kimlerdir?" diye sorduklarında, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
اَلَّذِينَ اِذَا رُئوُا ذُكِرَ اللهُ عَزَّ وَ جَلَّ
(Allâh'ın velî kulları) yüzlerine bakıldığında Allâh Teâlâ'yı hatırlatan kimselerdir." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 78; İbn-i Mâce, Zühd, 4) buyurmuştur.
İşte Allâh dostu bir mürşid-i kâmilin sîmâsının da muhâtabının gönlüne huzur vermesi, onu mânevî bir âleme taşıması, Allâh'ı ve âhireti hatırlatması îcâb eder. Çünkü onlar, Allâh ve Rasûlü'nün ahlâkıyla ahlâklanmışlardır.
Cenâb-ı Hakk'ın en mâruf isimlerinden ikisi "Rahmân" ve "Rahîm"dir. Allâh'ın velî kulları da çok merhametlidirler. Cenâb-ı Hak, "Settâru'l-uyûb" dur. Bir velî de ayıp araştırmayıp bilâkis örter. Cenâb-ı Hak, Kerîm'dir; evliyâullâh da cömerttir ve ikrâm etmekten haz duyar. Cenâb-ı Hak Gafûrdur; velîler de hatâ ve kusurları affederler. Cenâb-ı Hak, Halîm'dir; evliyâullâh da hilm sâhibidirler.
Kâmil mürşidler, Allâh'ın dostudurlar. Bu sebeple onlar, diğer insanlardan pek çok yönleriyle farklıdırlar. Kalbleri Allâh'a yakındır. İbâdetlerinde ciddiyet ve huşû vardır. Davranışlarına çok dikkat ederler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in izinden yürüdükleri için onların duâları diğer insanların duâlarından daha makbûldür. Vücûdları zâkir hâle gelip sadırları da berraklaştığı için girdikleri yerlere ferahlık verirler.
Samîmî bir mümin, bir fâsıkla ihtilâtın mânevî sıkletinden müteessir olur. Hâlbuki sâlih bir müminle birliktelik, onun rûhuna huzûr bahşeder. Lâkin bir mümin için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'le berâberlik, hayâl ötesi bir güzelliktir. O peygamberler sultanının mânevî heybetine muhâtab olmanın şerefi karşısında bir müminin alacağı mânevî hazzı târif etmek mümkün değildir. İşte mürşid-i kâmiller de Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in izinden yürüdükleri, sünnet-i seniyyeye kâmilen ittibâ ettikleri ve nebevî ahlâka en çok onlar yaklaşabildikleri için, kaynağı Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den gelen mânevî bir heybet ve feyiz taşırlar. Nasıl ki; elektriğe tutulan bir insan sarsılır, gerçek bir mürşidin de insanın rûhunu önce biraz sarsması, sonra da onu ihyâ edip mânevî ufuklara götürmesi lâzımdır.
Her mümin bu istikâmete ermek için kendisini bir disiplin altına almalıdır. Ümmete en büyük numûne şahsiyet olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in kalbî hayâtını da titizlikle ve tâkat nisbetinde tatbîk etmeye çalışmalıdır. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hakk'a teslîmiyetini, belâ ve sıkıntılar karşısında sabır ve şükür hâlini, nîmetler, derya gibi önünde akarken sergilediği istiğnâ, tevâzû ve mahviyeti, imkân nisbetinde hayata geçirmelidir. Bu sebeple kalbî inkişâf yolundaki engelleri aşabilmek için, peygamber vârisi olan âlimlerin, âriflerin ve mürşid-i kâmillerin rehberliğine tevâzû ve edeble mürâcaat edip, tavsiyelerini cân u gönülden tatbîke gayret etmelidir. Hak dostlarının yakınında ve terbiyesi altında bulunmayı nîmet bilmelidir. Çünkü nûrunu güneşten alan mehtap, nasıl güneşin varlığına bir delîl ise, nûr-i Muhammedî ile nûrlanmış velîler de Hazret-i Peygamber'in birer şâhidi ve vârisidir.
Tasavvuf, kişide fıtraten -az veya çok- var olan mânevî istîdâdı inkişâf ettirmektir. Her gönül -tâbir câizse- altında petrol bulunan bir arâzî gibidir. Fakat sondaj vurulmadığı için o petrol, kendi başına hiçbir zaman dışarı çıkma imkânı bulamaz. İşte o alt zemindeki petrol, Cenâb-ı Hakk'ın insana verdiği mânevî bir istîdâddır. Bu da tıpkı akıl gibi her insanda muhtelif seviyededir.
Bu istîdâdın inkişâfı için mânevî sondajı vurarak o cevheri açığa çıkaracak olan, mürşid-i kâmildir. Ancak bu petrolün yukarı çıkabilmesi için tâ mâdenin bulunduğu mıntıkaya kadar o sondajın ulaşabilmesi gerekir. Ve sondaj âletinin bir kayaya çarpıp parçalanmaması için de sağlam olması îcâb eder. Bu demektir ki mânevî rehberliğine teslîm olunacak mürşidin muktedir ve dirâyetli olması da son derece mühimdir. Bunun da belli bâzı kıstasları vardır. Yeri gelmişken bu mühim meseleye bir nebze temâs etmek isteriz:
Gerçek bir mürşid-i kâmili, sâhib olduğu şu üç vasıfla tanımak mümkündür:
Birinci vasıf:
Kitap ve sünnete tam bir ittibâdır. Kâmil bir mürşidin hayatı ve amelleri Kur'ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye ahlâkının yaşanmasından ibârettir. Mürşid-i kâmillerin Kitap ve sünnete bağlılıkları daha bir üst derecededir. Tıpkı karlı arâzîdeki bir şahsın, adımlarını önden giden rehberin ayak izlerine, tam bir hassâsiyetle basarak yürümesi gibidir. Bunun için mürşid-i kâmile "veresetü'l-enbiyâ", yâni peygamber vârisi denir. Tabiî ki, böyle bir bağlılığın muhtevâsında nefsânî bir hayat yaşanamaz.
İkinci vasıf:
Söz ve hâlleriyle Allâh'ı hatırlatmasıdır. Allâh'ın velî kulları esmâ-yı ilâhiyye tecellîlerine kâmilen mazhar olup, cemâlî sıfatları ahlâka inkılâb ettirdiklerinden etrafındakilere dâimâ Allâh'ı hatırlatırlar. Nitekim ashâb-ı kirâm:
"- Allâh'ın velî kulları kimlerdir?" diye sorduklarında, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
اَلَّذِينَ اِذَا رُئوُا ذُكِرَ اللهُ عَزَّ وَ جَلَّ
(Allâh'ın velî kulları) yüzlerine bakıldığında Allâh Teâlâ'yı hatırlatan kimselerdir." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 78; İbn-i Mâce, Zühd, 4) buyurmuştur.
İşte Allâh dostu bir mürşid-i kâmilin sîmâsının da muhâtabının gönlüne huzur vermesi, onu mânevî bir âleme taşıması, Allâh'ı ve âhireti hatırlatması îcâb eder. Çünkü onlar, Allâh ve Rasûlü'nün ahlâkıyla ahlâklanmışlardır.
Cenâb-ı Hakk'ın en mâruf isimlerinden ikisi "Rahmân" ve "Rahîm"dir. Allâh'ın velî kulları da çok merhametlidirler. Cenâb-ı Hak, "Settâru'l-uyûb" dur. Bir velî de ayıp araştırmayıp bilâkis örter. Cenâb-ı Hak, Kerîm'dir; evliyâullâh da cömerttir ve ikrâm etmekten haz duyar. Cenâb-ı Hak Gafûrdur; velîler de hatâ ve kusurları affederler. Cenâb-ı Hak, Halîm'dir; evliyâullâh da hilm sâhibidirler.
Kâmil mürşidler, Allâh'ın dostudurlar. Bu sebeple onlar, diğer insanlardan pek çok yönleriyle farklıdırlar. Kalbleri Allâh'a yakındır. İbâdetlerinde ciddiyet ve huşû vardır. Davranışlarına çok dikkat ederler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in izinden yürüdükleri için onların duâları diğer insanların duâlarından daha makbûldür. Vücûdları zâkir hâle gelip sadırları da berraklaştığı için girdikleri yerlere ferahlık verirler.
Samîmî bir mümin, bir fâsıkla ihtilâtın mânevî sıkletinden müteessir olur. Hâlbuki sâlih bir müminle birliktelik, onun rûhuna huzûr bahşeder. Lâkin bir mümin için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'le berâberlik, hayâl ötesi bir güzelliktir. O peygamberler sultanının mânevî heybetine muhâtab olmanın şerefi karşısında bir müminin alacağı mânevî hazzı târif etmek mümkün değildir. İşte mürşid-i kâmiller de Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in izinden yürüdükleri, sünnet-i seniyyeye kâmilen ittibâ ettikleri ve nebevî ahlâka en çok onlar yaklaşabildikleri için, kaynağı Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den gelen mânevî bir heybet ve feyiz taşırlar. Nasıl ki; elektriğe tutulan bir insan sarsılır, gerçek bir mürşidin de insanın rûhunu önce biraz sarsması, sonra da onu ihyâ edip mânevî ufuklara götürmesi lâzımdır.