nurullah_01
New member
Sisli bir akşam vaktiydi. Gönlü, loş ve sükûnetli kaldırımlara kayıyordu. Kaldığı yerde misafirdi, evde, şehirde, dünyada da öyle… yolcu yolunda gerektiği için o da hep gideceği yeri düşünüyordu. Bu yüzden her yer ona misafirhâneydi.
O bazen evden dışarıya giriyor, bazen de dışarıdan eve çıkıyordu. Kalbi uhrevî mekanlarda olduğu için bütün dünya ona yıkılacak fâni bir mekan gibi geliyor, bir yerde fazla duramıyordu.
Nimetin güzelliği ancak süreklilikle oluyordu. Bundan dolayı ayrıldığı ve ayrılacağı hiç bir yeri sevmiyordu, sevemiyordu, çünkü onlar da kaybolup gidiciydi. Bir kere, kaldığı yere bağlandığı vakit, ayrılık ona vücuttan deriyi, bedenden ruhu sökmek gibi geliyordu.
Böyle düşüncelerle dalmıştı ara sokaklara, tıpkı kalbinin çıkmaz sokaklarında yolunu şaşıran “kulluğunu” aradığı gibi. Biraz ileride eski bir caminin ihtiyar minaresi göze çarpıyordu, kulağına da uzaktan uzağa araba kornaları. Takımın biri karşılaşma kazanmıştı. Sanırım onun içindi bütün gürültüleri. O taraftarlar, hakikaten neye, kime taraftar olmaları gerektiğini unutanlarla beraberdiler. kabirde kiminle karşılaşacaklarını unutmuş ve unutturmuşlardı birbirlerine. Zaten ölüm ölmüş, kabir kapısı da kapanmıştı ya!
Derken önünden geçtiği kahveden gelen oyun taşlarının azaplı sesleri rahatsız etti kalbini. İçerdeki televizyon filanca ülkedeki bir güzellikten bahsediyordu. Kahvedekiler heyecanlı bir şekilde izliyorlardı. Ama nedense hiç birisi ne oraya gidebiliyor, ne de o güzellikler üstünde tasarruf edip onlardan yararlanabiliyordu. Zaten o güzellikler kahvedekilerin de değildi.
İnsan bir okyanusun kenarına gidip „bu okyanus benim“ diye bağırıp çağırsa, ne kadarı onun olabilirdi. Ancak alabildiği kadar düşerdi hissesine. Yanında taşıdığı testi kadar olurdu onun okyanusu. O testi de su yolunda kırılırdı ya neyse...
Falan yerde şöyle hâdise oldu, filan mağazada şu elbiseler vardı. Ama nedense insan çoğuna kavuşamazdı, ne dünyayı kurtarabilir, ne Amerikan tavuklarının sayısını ezberleyebilir, ne de insanlar ona sürekli sevgi gösterisinde bulunabilirdi. O,dünyanın peşinden koştukça dünya ondan bir o kadar kaçardı. Böylece bir ömür boyu hep bir şeylerin peşinde koşar dururdu insanoğlu. Dünyasını çok geniş zannederdi. Halbuki kırkbeş metre kareyi geçmezdi. Geçmişi gitmedi, geleceği geldi zannederdi. Aslında bu çok dehşetli bir his yanılmasıydı. Ne zaman ki musibetin gerçek duvarıyla karşılaşır, o zaman vururdu kafasını bulunduğu kabir kadar küçük ânın duvarına.
O, camiye iyice yaklaştı. Hışır hışır torba sesleri geliyordu yakınından. Ağaçların karaltısı altında turuncu saçlı, eski elbiseli çok yaşlı bir kadın elindeki büyük poşetleri sürüklemeye çalışıyordu. Bir taraftan da sanki etrafından insanlardan yardım ister gibi bir hâli vardı. Bir yandan kendi kendine konuşuyor, bir yandan da ihtiyar vücuduyla yükünü taşımaya çalışıyordu. O, müşfik adımlarla ihtiyara yaklaştı « belki yükünü biraz taşıtır » diye. « afedersiniz teyzeciğim yardım edebilir miyim ? » ihtiyar kadın buruşuk yüzünden görünmez hâle gelen gözleriyle Onu süzdü. « evlâdım sen bana bir sigara ver de çekelim hayatı içimize » Mesut’un başından kaynar sular döküldü sanki. Gözleri doldu bir anda. Koşarak oradan uzaklaşırken, ihtiyar ; « evladım yolun açık olsun » diyordu. Kadın kainattan habersiz, kainat ona ağlamaklı. O Rabb’inden bîhaber ama Rabb’i ondan haberdâr. İnsan bazen oluyordu ki küçücük sigara izmaritine hayatını sığdıracak kadar küçülebiliyordu. O mu sigarayı, sigara mı onu içiyor belli değildi. Zerrede boğulanların kainata sığmayanların yanında ne değeri olabilirdi ki...
O bazen evden dışarıya giriyor, bazen de dışarıdan eve çıkıyordu. Kalbi uhrevî mekanlarda olduğu için bütün dünya ona yıkılacak fâni bir mekan gibi geliyor, bir yerde fazla duramıyordu.
Nimetin güzelliği ancak süreklilikle oluyordu. Bundan dolayı ayrıldığı ve ayrılacağı hiç bir yeri sevmiyordu, sevemiyordu, çünkü onlar da kaybolup gidiciydi. Bir kere, kaldığı yere bağlandığı vakit, ayrılık ona vücuttan deriyi, bedenden ruhu sökmek gibi geliyordu.
Böyle düşüncelerle dalmıştı ara sokaklara, tıpkı kalbinin çıkmaz sokaklarında yolunu şaşıran “kulluğunu” aradığı gibi. Biraz ileride eski bir caminin ihtiyar minaresi göze çarpıyordu, kulağına da uzaktan uzağa araba kornaları. Takımın biri karşılaşma kazanmıştı. Sanırım onun içindi bütün gürültüleri. O taraftarlar, hakikaten neye, kime taraftar olmaları gerektiğini unutanlarla beraberdiler. kabirde kiminle karşılaşacaklarını unutmuş ve unutturmuşlardı birbirlerine. Zaten ölüm ölmüş, kabir kapısı da kapanmıştı ya!
Derken önünden geçtiği kahveden gelen oyun taşlarının azaplı sesleri rahatsız etti kalbini. İçerdeki televizyon filanca ülkedeki bir güzellikten bahsediyordu. Kahvedekiler heyecanlı bir şekilde izliyorlardı. Ama nedense hiç birisi ne oraya gidebiliyor, ne de o güzellikler üstünde tasarruf edip onlardan yararlanabiliyordu. Zaten o güzellikler kahvedekilerin de değildi.
İnsan bir okyanusun kenarına gidip „bu okyanus benim“ diye bağırıp çağırsa, ne kadarı onun olabilirdi. Ancak alabildiği kadar düşerdi hissesine. Yanında taşıdığı testi kadar olurdu onun okyanusu. O testi de su yolunda kırılırdı ya neyse...
Falan yerde şöyle hâdise oldu, filan mağazada şu elbiseler vardı. Ama nedense insan çoğuna kavuşamazdı, ne dünyayı kurtarabilir, ne Amerikan tavuklarının sayısını ezberleyebilir, ne de insanlar ona sürekli sevgi gösterisinde bulunabilirdi. O,dünyanın peşinden koştukça dünya ondan bir o kadar kaçardı. Böylece bir ömür boyu hep bir şeylerin peşinde koşar dururdu insanoğlu. Dünyasını çok geniş zannederdi. Halbuki kırkbeş metre kareyi geçmezdi. Geçmişi gitmedi, geleceği geldi zannederdi. Aslında bu çok dehşetli bir his yanılmasıydı. Ne zaman ki musibetin gerçek duvarıyla karşılaşır, o zaman vururdu kafasını bulunduğu kabir kadar küçük ânın duvarına.
O, camiye iyice yaklaştı. Hışır hışır torba sesleri geliyordu yakınından. Ağaçların karaltısı altında turuncu saçlı, eski elbiseli çok yaşlı bir kadın elindeki büyük poşetleri sürüklemeye çalışıyordu. Bir taraftan da sanki etrafından insanlardan yardım ister gibi bir hâli vardı. Bir yandan kendi kendine konuşuyor, bir yandan da ihtiyar vücuduyla yükünü taşımaya çalışıyordu. O, müşfik adımlarla ihtiyara yaklaştı « belki yükünü biraz taşıtır » diye. « afedersiniz teyzeciğim yardım edebilir miyim ? » ihtiyar kadın buruşuk yüzünden görünmez hâle gelen gözleriyle Onu süzdü. « evlâdım sen bana bir sigara ver de çekelim hayatı içimize » Mesut’un başından kaynar sular döküldü sanki. Gözleri doldu bir anda. Koşarak oradan uzaklaşırken, ihtiyar ; « evladım yolun açık olsun » diyordu. Kadın kainattan habersiz, kainat ona ağlamaklı. O Rabb’inden bîhaber ama Rabb’i ondan haberdâr. İnsan bazen oluyordu ki küçücük sigara izmaritine hayatını sığdıracak kadar küçülebiliyordu. O mu sigarayı, sigara mı onu içiyor belli değildi. Zerrede boğulanların kainata sığmayanların yanında ne değeri olabilirdi ki...