İslâm, sürekli bir inkılâptır, değişim sürecidir, iyiye, güzele, doğruya, barışa, esenliğe doğru Bu süreç, tedricen, belli zaman dilimlerine yayılarak gerçekleştirilir. Bu durum;"Allah katında yegâne din, İslâm'dır" ifadesiyle, Hz. Âdem aleyhisselâmdan itibaren, günümüze kadar devam ede-gelmiştir. Son peygamber Muhammed aleyhisselâmdan itibaren evrensel bir hüviyete bürünen bu inkılâp, "fitne kalmayıncaya ve din (hükümranlık) yalnızca Allah'ın oluncaya kadar" devam edecektir.
Devam eden zaman sürecinde, her muvahhid mümin, önce kendisinden başlayarak Yüce Allah’ın koyduğu ve rasulleri aracılığıyla gönderdiği hükümler çerçevesinde, ailesini, çevresini, işyerini, sürekli barışa doğru değiştirmekle görevli bir inkılâpçı (değişimci) olmak durumundadır. İşte bu sürekli inkılâbın (değişim sürecinin) nasıl gerçekleştirileceğinin usullerini, yine, dînin kaynağı olan vahiy belirlemiştir. Sürekli evrensel barışa giden yol, sürekli inkılâptan geçer; bu durum da sürekli cihâdı gerektirir. Cihâd bir anlamda, “insanları barışa çağırmak, esenliğe kavuşturmak için çaba harcamak; onları esenlik yurduna (dârü’s-selâm) kavuşturmaktır.”
Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm’inde, insanları, “Dârü’s-selâm’a”; yani; “Barış Yurdu’na” çağırır. Dârü’s-selâm’a çağrı ve bu hedefe giden yolun yapı taşlarını döşeyen insanlar; yani değişim sürecinin kahramanları, sürekli hicret (halden hale göç) haliyle; önce kendilerini, sonra hedef kitlelerini, halden hale dönüştürmek suretiyle, yaşadıkları zaman ve mekân dilimlerindeki görevlerini yerine getirmiş, kendi zaman ve mekân dilimlerinin barışını sağlamış olurlar. Hidâyet kelimesi, aynı zamanda; “İyi halden daha iyi hale geçişi, değişimi” ifade eder. Cüz’î-kısmî zaman ve mekân inkılâpları gerçekleşmeden, nihaî, evrensel, küllî inkılâp gerçekleşmez. Yaşadıkları zaman ve mekân dilimlerinde, görevleri olan işte bu inkılâp (değişim) sürecini gerçekleştirmeyen toplumlar, daha sonraki kuşaklara sıkıntılar, kaoslar, kan kayıpları miras bırakırlar. İnkılâp sürecinde acele edip, yaşanılan zaman dilimlerinden daha sonraki zaman dilimlerinde yapılması gereken değişimleri daha önce gerçekleştirmeye çalışma durumunda da yine durum aynı olur. Peygamber Efendimiz: “Acele şeytandan, teennî Rahmân’dan” buyurur. Zamanın ritmik akışına uygun davranmak, en isabetli yoldur.
İnsan beyninin kayıt sisteminde, 1 rakamı varlığı; 0 rakamı ise yokluğu ifade eder. Bilgisayarların, bilgi sayma ve kayıt sistemi de aynı esasa dayanır. Tüm sayısal oluşumlarda da durum aynen böyledir. Bizim 2, 3, 4…… diye ifade ettiğimiz rakamlar, beyin kayıt sisteminde; 1nci Bir, 2nci bir, 3 ncü bir, 4üncü bir... diye ifade edilirler. Toplum sosyo-matematiğinde de durum bundan farklı değildir. Olayların üzerine, birden değil, bir-bir gitmek, olayları bir-bir çözmek, bire bir ilave ederek mükellefiyet yüklemek, konulan ağırlığı, aşama-aşama artırmak toplum tahammül sınırlarına uygun bir davranış olacaktır. Her konulan “bir” (hareket halin)den sonra, bir sükûnet hali (sıfır-yokluk) koymak; elbette yeni durumun şahıs ve toplumlarca hazmını ve tahammülünü kolaylaştıracaktır. Yüklenen her sorumluluk, yüklenme yorgunluğunu da beraberinde getirir. İşte, diğer yüklemeye geçmeden, diğer “bir” arasına konulan sükûnet halinde, şahıs ve toplumlar hem “din”lenmiş; hem de yeni hale alışmış; aynı zamanda içinde bulunduğu halin hazzını duymuş, iç barışa kavuşmuş, yeni bir rakamsal mükellefiyete hazır ve ister hale gelmiş olacaklardır. Hz. Peygamberin, çok soru soran sahabîleri:
“Daha önceki ümmetler çok soru sordukları için helak edildiler. Çok soru sormayın! Ola ki bir mükellefiyet vaktinden önce iner de sonra size zor gelir” mahiyetinde uyardığı bilinmektedir.
Hz. Peygamber, aldığı vahiy çerçevesinde, yirmi üç yılda bir saadet nesli oluşturdu. Toplum tahammül sınırlarını zorlamadan, aşama-aşama bir değişim süreci gerçekleştirdi. Aynı zamanda, bizim yaşadığımız dönemde yaşayanlara olduğu gibi, bizlere ve bizden sonrakilere de ışık tutacak inkılâp(değişim) prensiplerini de belirlemiş oldu.
“İfsat” (bozgunculuk) ve “ıslah” (düzeltme), varlığını bir diğerine borçlu olan iki kavramdır. Nasıl ki, her şey zıddıyla kaimse, zıddı sayesinde varlığını koruyabiliyorsa; “Hangimizin güzel iş yapacağı, bizce bilinsin, ortaya çıksın diye, ölümü ve hayatı yaratan” Yüce Allah'ın sünneti gereği, bütün zaman dilimlerinde, “ifsat” olabildiği gibi “ıslah” da var olmaya devam edecektir! “Müfsit (bozucu-bozguncu)lerin" ifsatlarına karşı, “Muslih (ıslah edici-düzeltici)ler” de ıslah mücadelelerini sürdüreceklerdir. Ancak “Kitap” ve “Sünnetin” ortaya koyduğu ıslah prensiplerinin dışına çıkmadan!
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, “Dârü’s-selâm”a giden süreçte, yaşadıkları zaman ve mekân dilimlerinde, toplumun inanç, ahlak ve örf yapısında ortaya çıkan bozulmaları, daha önce iyi niyetle başlayan, fakat zamanla ifrat ve ifsat derecesine ulaşan davranış biçimlerini ıslah etme hususunda cehd ve gayret gösteren, mücadele adamları, toplum kahramanları mevcuttur. Konunun daha iyi anlaşılması, soyut ifade edilen hususların kavrayışta somutlaşması için örnek olaylar aktarmak, olayların kahramanlarının gelecekte örnek alınması faydası yanında bize intikal eden rakamsal tarih boyutunu idrak etmemize de katkıda bulunacaktır:
Yerleşim birimlerinde su depolarının, dolayısıyla evlerde çeşmelerin bulunmadığı, su ihtiyacının köy veya mahalle çeşmelerinden karşılandığı yıllar... Her pınarın bir kaynağı vardır; kimisi uzak, kimisi yakında. Kimi kaynağın suyu dört mevsim boldur; pınarı harıl-harıl akar da toplum adını “Hör-hör Pınarı” olarak koymuştur. Kimisinin kaynağında da su azdır. Adına “cur-cur Pınarı”(!) demişlerdir... Yaz günlerinde kimi pınarların kaynakları kurur, “hör-hörler” bile, “cur-cura” dönüşür, yazın su ihtiyacının artmasına inat. Musluklarda gece nöbetleri tutulur. Seher vakitlerinde erkenden, testiler pınarlarda sıraya dizilip su sırası kapılır. O günlerdeki evlerin mimarî yapılarında, bugün “lavabo” diye isimlendirilen bölümlerin işlevini yürüten ve “abdestlik” adı verilen kısımlar vardır. Abdestliklerin hemen yanında, testilerin sırayla dizildiği tahta bölümlerdeki testiler, boş vakit bulundukça, pınarlardan doldurulurlar. Evin çocuklarının esas görevleri arasındadır; ikide-bir boş su testilerinin ellerine verilip pınar yolunu tutmaları… Sırayla konulan testilerin yanında bir de ibrik görürsünüz! O mu? Boş bırakıldığı hiç görülmemiştir. Abdest alınıp boşaldıkça yeni abdestler için hazırlanır. Suyun vakti geçmez; lakin namazın vakti geçer ki abdest almak için su aranmasın.
Bu bir ibrik su, kimilerinin de son boy abdesti suyu olur…
Hocaya ölüm haberi ulaşmış, çıktığı minare şerefesinden cenaze evine dönük vaziyette cenaze salasını vermeye başlamıştır. Cenaze yıkanacak, son abdesti aldırılacak, bir kazan su bir anda nasıl bulunur?
Cenaze salası duyulur-duyulmaz, camdan cama çağrışmalarla, neredeyse tüm yerleşim birimine ölen kişinin kim olduğu bilgisi ulaşmıştır bile… Eli-kolu sağlam olan erkekler, mezarlığa, mezar kazmağa yönelirken; kadınlar, son abdestlerini almak için sakladıkları su dolu ibriklerini kaptıkları gibi cenaze evinin yolunu çoktan tutmuşlardır. "Cenazeyi defnetmekte acele edilmesi gerektiği” kim bilir kaç defa onlara, vaazlarda, ramazan gecelerindeki konuşmalarda ifade edilmiştir. İbriklerdeki sular kazana boşaltılır. Su ısınırken, cenaze, evin avlusuna ya da önündeki sokağa indirilip teneşire yatırılır. Kadınlar için kapalı bir yer düşünülse de, erkekler için böyle bir uygulama akla gelmemiştir.
Kitâbî eğitimin düşük olduğu dönemlerde, kültürel unsurlar, simâî (kulaktan kulağa) biçimde nakledildiğinden; zamanla, Türklerin İslâm’dan önceki dinleri (Şamanizm gibi) ile İslâm Dîni karışımı bir uygulama şekli ortaya çıkmıştır. Cenaze ortada… Ağlayan, çırpınan, ağıt yakan kadınlar… Bazen ağıt yakmak için ağıtçı(!) kadın tutulduğu bile olur. Bu ortamda cenaze yıkanır ve kefenlenir,* bağrışlar-çağrışlar arasında musallaya doğru uğurlanır. Bu durum, belki yüz yıllar boyu, son dönemlere kadar uygulana gelmiştir.
Başlangıçta çok samîmî bir şekilde, bir kazan suyu hemen elde etmek için ibriklerle evlerden cenazeye su getirme işlemi, zamanla, “dînin bir gereği olarak” algılanır ve inanılır olduğundan dolayı; su depolarının yapılıp evlere çeşmelerin geldiği, suyun bol bulunduğu son dönemlere kadar bile bu uygulamadan kadınları vazgeçirmek mümkün olmamıştır. İlla bir ibrik su evden alınıp cenaze suyu için kazana boşaltılacak, cenazeye ağıt yakılacak ve cenaze bağrış çağırışlarla uğurlanacak. Bu uygulamaları tenkit eden ve kaldırmaya çalışan dinî şahsiyetler, çok sert bir kadın tepkisiyle karşı-karşıya kalırlar; zira kadınlar, bu uygulamanın dînin bir gereği olduğuna samîmî olarak inanmaktadırlar. Arada bir yapılan teşebbüsler boşa çıkar.
Yılların birinde, böyle uygulamaların süregeldiği bir ilçeye; adı gibi “Kahraman”, soyadı gibi “Yaman” bir müftü tayin edilir. Biraz farklı bir müftüdür bu. Saçlarını ağartan yıllarını, görev yaptığı bölgelerin içinde bulundukları durumlara göre değişim süreçlerini gerçekleştirme mücadelesi içerisinde geçirmiştir. Tatlı sözlüdür. Dînî ve sosyal konulara hâkimdir. Sabırlıdır. Konuşurken tane-tane ve normal sesle konuşur. O dönemlerde, genelde geçerli olan, kürsüleri yumruklayıcı, cemaati azarlayıcı, en yüksek sesle hitap edilen, artistik konuşmalar yerine, daha çok “yumuşak söz” ve “ikna edici” bir metotla, tane-tane, tebliğ mahiyeti içeren konuşmalar yapmayı tercih eder. İçki içenleri, kumar oynayanları, cumadan-cumaya, bayramdan-bayrama camiye gelenleri azarlamak, rencide etmek yerine; içkinin, kumarın vb. benzer davranışların kötülüklerinden, güzel davranışların faziletlerinden bahseder. Kötülükleri yerici, güzellikleri özendirici bir üslûp kullanır. Sanki Allah'ın misafirlerine, Allah'ın Dînini ikram etmektedir. İkrâmı kim kabul etmez ki? İnsanlar, daha önce geleneksel tarzda yapılan, kürsü dövücü, azarlayıcı vaazları başları önlerine eğik olduğu halde, sanki “külahıma anlat!” dercesine dinler; cami dışında yine yapacaklarından vazgeçmezlerken; şimdi gözlerini muhataplarına dikmiş oldukları halde, “can kulağıyla” dinlemektedirler. Hele ramazan geceleri, kadınlar vaazlarını dinlemek için çok önceden camideki yerlerini alırlar.
Kadınlara ve erkeklere, uygulana-uygulana dînin özündenmiş gibi algılanan ve inanılan örfî davranışlar, kırmadan anlatılır. Önce, yavaş-yavaş yıkanırken cenazelerin etrafına örtüler çekilir. Yakılan ağıtlar, yerini sükûnete bırakır. Zaten her evin avlusunda çeşme bulunmaktadır. Kadınlar, “ibriklerle evlerden cenazelere su getirmenin zaman içerisinde gerekli güzel bir örf ancak bu uygulamaya artık günümüzde gerek bulunmadığına” ikna edildikçe uygulama terk edilir. İlla inat eden yaşlıların da sayısı, kendileri yıkanmak üzere teneşire yatırıldıkça azalır. Derken önce merkez, daha sonra diğer câmilerin yanlarına sıcak su tertibatlı, içinde her türlü cenaze malzemesi ve yedeğinin bulunduğu gasil haneler yapılır.
Müftü-Hocamız, başka bir yerleşim birimine tayin edilip on yılını geçirdiği ilçedeki dostları ve cemaatiyle vedalaşırken; arkasında, cenazelerin İslâmî kurallar çerçevesinde yıkanarak kefenlendiği bir ortam, yaptıklarını hayırla yâd eden cemaat ve görevliler grubu bırakır.
Alıntı
Devam eden zaman sürecinde, her muvahhid mümin, önce kendisinden başlayarak Yüce Allah’ın koyduğu ve rasulleri aracılığıyla gönderdiği hükümler çerçevesinde, ailesini, çevresini, işyerini, sürekli barışa doğru değiştirmekle görevli bir inkılâpçı (değişimci) olmak durumundadır. İşte bu sürekli inkılâbın (değişim sürecinin) nasıl gerçekleştirileceğinin usullerini, yine, dînin kaynağı olan vahiy belirlemiştir. Sürekli evrensel barışa giden yol, sürekli inkılâptan geçer; bu durum da sürekli cihâdı gerektirir. Cihâd bir anlamda, “insanları barışa çağırmak, esenliğe kavuşturmak için çaba harcamak; onları esenlik yurduna (dârü’s-selâm) kavuşturmaktır.”
Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm’inde, insanları, “Dârü’s-selâm’a”; yani; “Barış Yurdu’na” çağırır. Dârü’s-selâm’a çağrı ve bu hedefe giden yolun yapı taşlarını döşeyen insanlar; yani değişim sürecinin kahramanları, sürekli hicret (halden hale göç) haliyle; önce kendilerini, sonra hedef kitlelerini, halden hale dönüştürmek suretiyle, yaşadıkları zaman ve mekân dilimlerindeki görevlerini yerine getirmiş, kendi zaman ve mekân dilimlerinin barışını sağlamış olurlar. Hidâyet kelimesi, aynı zamanda; “İyi halden daha iyi hale geçişi, değişimi” ifade eder. Cüz’î-kısmî zaman ve mekân inkılâpları gerçekleşmeden, nihaî, evrensel, küllî inkılâp gerçekleşmez. Yaşadıkları zaman ve mekân dilimlerinde, görevleri olan işte bu inkılâp (değişim) sürecini gerçekleştirmeyen toplumlar, daha sonraki kuşaklara sıkıntılar, kaoslar, kan kayıpları miras bırakırlar. İnkılâp sürecinde acele edip, yaşanılan zaman dilimlerinden daha sonraki zaman dilimlerinde yapılması gereken değişimleri daha önce gerçekleştirmeye çalışma durumunda da yine durum aynı olur. Peygamber Efendimiz: “Acele şeytandan, teennî Rahmân’dan” buyurur. Zamanın ritmik akışına uygun davranmak, en isabetli yoldur.
İnsan beyninin kayıt sisteminde, 1 rakamı varlığı; 0 rakamı ise yokluğu ifade eder. Bilgisayarların, bilgi sayma ve kayıt sistemi de aynı esasa dayanır. Tüm sayısal oluşumlarda da durum aynen böyledir. Bizim 2, 3, 4…… diye ifade ettiğimiz rakamlar, beyin kayıt sisteminde; 1nci Bir, 2nci bir, 3 ncü bir, 4üncü bir... diye ifade edilirler. Toplum sosyo-matematiğinde de durum bundan farklı değildir. Olayların üzerine, birden değil, bir-bir gitmek, olayları bir-bir çözmek, bire bir ilave ederek mükellefiyet yüklemek, konulan ağırlığı, aşama-aşama artırmak toplum tahammül sınırlarına uygun bir davranış olacaktır. Her konulan “bir” (hareket halin)den sonra, bir sükûnet hali (sıfır-yokluk) koymak; elbette yeni durumun şahıs ve toplumlarca hazmını ve tahammülünü kolaylaştıracaktır. Yüklenen her sorumluluk, yüklenme yorgunluğunu da beraberinde getirir. İşte, diğer yüklemeye geçmeden, diğer “bir” arasına konulan sükûnet halinde, şahıs ve toplumlar hem “din”lenmiş; hem de yeni hale alışmış; aynı zamanda içinde bulunduğu halin hazzını duymuş, iç barışa kavuşmuş, yeni bir rakamsal mükellefiyete hazır ve ister hale gelmiş olacaklardır. Hz. Peygamberin, çok soru soran sahabîleri:
“Daha önceki ümmetler çok soru sordukları için helak edildiler. Çok soru sormayın! Ola ki bir mükellefiyet vaktinden önce iner de sonra size zor gelir” mahiyetinde uyardığı bilinmektedir.
Hz. Peygamber, aldığı vahiy çerçevesinde, yirmi üç yılda bir saadet nesli oluşturdu. Toplum tahammül sınırlarını zorlamadan, aşama-aşama bir değişim süreci gerçekleştirdi. Aynı zamanda, bizim yaşadığımız dönemde yaşayanlara olduğu gibi, bizlere ve bizden sonrakilere de ışık tutacak inkılâp(değişim) prensiplerini de belirlemiş oldu.
“İfsat” (bozgunculuk) ve “ıslah” (düzeltme), varlığını bir diğerine borçlu olan iki kavramdır. Nasıl ki, her şey zıddıyla kaimse, zıddı sayesinde varlığını koruyabiliyorsa; “Hangimizin güzel iş yapacağı, bizce bilinsin, ortaya çıksın diye, ölümü ve hayatı yaratan” Yüce Allah'ın sünneti gereği, bütün zaman dilimlerinde, “ifsat” olabildiği gibi “ıslah” da var olmaya devam edecektir! “Müfsit (bozucu-bozguncu)lerin" ifsatlarına karşı, “Muslih (ıslah edici-düzeltici)ler” de ıslah mücadelelerini sürdüreceklerdir. Ancak “Kitap” ve “Sünnetin” ortaya koyduğu ıslah prensiplerinin dışına çıkmadan!
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, “Dârü’s-selâm”a giden süreçte, yaşadıkları zaman ve mekân dilimlerinde, toplumun inanç, ahlak ve örf yapısında ortaya çıkan bozulmaları, daha önce iyi niyetle başlayan, fakat zamanla ifrat ve ifsat derecesine ulaşan davranış biçimlerini ıslah etme hususunda cehd ve gayret gösteren, mücadele adamları, toplum kahramanları mevcuttur. Konunun daha iyi anlaşılması, soyut ifade edilen hususların kavrayışta somutlaşması için örnek olaylar aktarmak, olayların kahramanlarının gelecekte örnek alınması faydası yanında bize intikal eden rakamsal tarih boyutunu idrak etmemize de katkıda bulunacaktır:
Yerleşim birimlerinde su depolarının, dolayısıyla evlerde çeşmelerin bulunmadığı, su ihtiyacının köy veya mahalle çeşmelerinden karşılandığı yıllar... Her pınarın bir kaynağı vardır; kimisi uzak, kimisi yakında. Kimi kaynağın suyu dört mevsim boldur; pınarı harıl-harıl akar da toplum adını “Hör-hör Pınarı” olarak koymuştur. Kimisinin kaynağında da su azdır. Adına “cur-cur Pınarı”(!) demişlerdir... Yaz günlerinde kimi pınarların kaynakları kurur, “hör-hörler” bile, “cur-cura” dönüşür, yazın su ihtiyacının artmasına inat. Musluklarda gece nöbetleri tutulur. Seher vakitlerinde erkenden, testiler pınarlarda sıraya dizilip su sırası kapılır. O günlerdeki evlerin mimarî yapılarında, bugün “lavabo” diye isimlendirilen bölümlerin işlevini yürüten ve “abdestlik” adı verilen kısımlar vardır. Abdestliklerin hemen yanında, testilerin sırayla dizildiği tahta bölümlerdeki testiler, boş vakit bulundukça, pınarlardan doldurulurlar. Evin çocuklarının esas görevleri arasındadır; ikide-bir boş su testilerinin ellerine verilip pınar yolunu tutmaları… Sırayla konulan testilerin yanında bir de ibrik görürsünüz! O mu? Boş bırakıldığı hiç görülmemiştir. Abdest alınıp boşaldıkça yeni abdestler için hazırlanır. Suyun vakti geçmez; lakin namazın vakti geçer ki abdest almak için su aranmasın.
Bu bir ibrik su, kimilerinin de son boy abdesti suyu olur…
Hocaya ölüm haberi ulaşmış, çıktığı minare şerefesinden cenaze evine dönük vaziyette cenaze salasını vermeye başlamıştır. Cenaze yıkanacak, son abdesti aldırılacak, bir kazan su bir anda nasıl bulunur?
Cenaze salası duyulur-duyulmaz, camdan cama çağrışmalarla, neredeyse tüm yerleşim birimine ölen kişinin kim olduğu bilgisi ulaşmıştır bile… Eli-kolu sağlam olan erkekler, mezarlığa, mezar kazmağa yönelirken; kadınlar, son abdestlerini almak için sakladıkları su dolu ibriklerini kaptıkları gibi cenaze evinin yolunu çoktan tutmuşlardır. "Cenazeyi defnetmekte acele edilmesi gerektiği” kim bilir kaç defa onlara, vaazlarda, ramazan gecelerindeki konuşmalarda ifade edilmiştir. İbriklerdeki sular kazana boşaltılır. Su ısınırken, cenaze, evin avlusuna ya da önündeki sokağa indirilip teneşire yatırılır. Kadınlar için kapalı bir yer düşünülse de, erkekler için böyle bir uygulama akla gelmemiştir.
Kitâbî eğitimin düşük olduğu dönemlerde, kültürel unsurlar, simâî (kulaktan kulağa) biçimde nakledildiğinden; zamanla, Türklerin İslâm’dan önceki dinleri (Şamanizm gibi) ile İslâm Dîni karışımı bir uygulama şekli ortaya çıkmıştır. Cenaze ortada… Ağlayan, çırpınan, ağıt yakan kadınlar… Bazen ağıt yakmak için ağıtçı(!) kadın tutulduğu bile olur. Bu ortamda cenaze yıkanır ve kefenlenir,* bağrışlar-çağrışlar arasında musallaya doğru uğurlanır. Bu durum, belki yüz yıllar boyu, son dönemlere kadar uygulana gelmiştir.
Başlangıçta çok samîmî bir şekilde, bir kazan suyu hemen elde etmek için ibriklerle evlerden cenazeye su getirme işlemi, zamanla, “dînin bir gereği olarak” algılanır ve inanılır olduğundan dolayı; su depolarının yapılıp evlere çeşmelerin geldiği, suyun bol bulunduğu son dönemlere kadar bile bu uygulamadan kadınları vazgeçirmek mümkün olmamıştır. İlla bir ibrik su evden alınıp cenaze suyu için kazana boşaltılacak, cenazeye ağıt yakılacak ve cenaze bağrış çağırışlarla uğurlanacak. Bu uygulamaları tenkit eden ve kaldırmaya çalışan dinî şahsiyetler, çok sert bir kadın tepkisiyle karşı-karşıya kalırlar; zira kadınlar, bu uygulamanın dînin bir gereği olduğuna samîmî olarak inanmaktadırlar. Arada bir yapılan teşebbüsler boşa çıkar.
Yılların birinde, böyle uygulamaların süregeldiği bir ilçeye; adı gibi “Kahraman”, soyadı gibi “Yaman” bir müftü tayin edilir. Biraz farklı bir müftüdür bu. Saçlarını ağartan yıllarını, görev yaptığı bölgelerin içinde bulundukları durumlara göre değişim süreçlerini gerçekleştirme mücadelesi içerisinde geçirmiştir. Tatlı sözlüdür. Dînî ve sosyal konulara hâkimdir. Sabırlıdır. Konuşurken tane-tane ve normal sesle konuşur. O dönemlerde, genelde geçerli olan, kürsüleri yumruklayıcı, cemaati azarlayıcı, en yüksek sesle hitap edilen, artistik konuşmalar yerine, daha çok “yumuşak söz” ve “ikna edici” bir metotla, tane-tane, tebliğ mahiyeti içeren konuşmalar yapmayı tercih eder. İçki içenleri, kumar oynayanları, cumadan-cumaya, bayramdan-bayrama camiye gelenleri azarlamak, rencide etmek yerine; içkinin, kumarın vb. benzer davranışların kötülüklerinden, güzel davranışların faziletlerinden bahseder. Kötülükleri yerici, güzellikleri özendirici bir üslûp kullanır. Sanki Allah'ın misafirlerine, Allah'ın Dînini ikram etmektedir. İkrâmı kim kabul etmez ki? İnsanlar, daha önce geleneksel tarzda yapılan, kürsü dövücü, azarlayıcı vaazları başları önlerine eğik olduğu halde, sanki “külahıma anlat!” dercesine dinler; cami dışında yine yapacaklarından vazgeçmezlerken; şimdi gözlerini muhataplarına dikmiş oldukları halde, “can kulağıyla” dinlemektedirler. Hele ramazan geceleri, kadınlar vaazlarını dinlemek için çok önceden camideki yerlerini alırlar.
Kadınlara ve erkeklere, uygulana-uygulana dînin özündenmiş gibi algılanan ve inanılan örfî davranışlar, kırmadan anlatılır. Önce, yavaş-yavaş yıkanırken cenazelerin etrafına örtüler çekilir. Yakılan ağıtlar, yerini sükûnete bırakır. Zaten her evin avlusunda çeşme bulunmaktadır. Kadınlar, “ibriklerle evlerden cenazelere su getirmenin zaman içerisinde gerekli güzel bir örf ancak bu uygulamaya artık günümüzde gerek bulunmadığına” ikna edildikçe uygulama terk edilir. İlla inat eden yaşlıların da sayısı, kendileri yıkanmak üzere teneşire yatırıldıkça azalır. Derken önce merkez, daha sonra diğer câmilerin yanlarına sıcak su tertibatlı, içinde her türlü cenaze malzemesi ve yedeğinin bulunduğu gasil haneler yapılır.
Müftü-Hocamız, başka bir yerleşim birimine tayin edilip on yılını geçirdiği ilçedeki dostları ve cemaatiyle vedalaşırken; arkasında, cenazelerin İslâmî kurallar çerçevesinde yıkanarak kefenlendiği bir ortam, yaptıklarını hayırla yâd eden cemaat ve görevliler grubu bırakır.
Alıntı