6- Yeni olan her akımı derhal sahiplenme tavrının olmayışı...
Biz kendimizde olana güvenemediğimiz ve zihnî donanımımız yeterli olmadığı için, İslâm dünyasında yahut Batıda çıkan her yeni akıma hemen sahib çıkıyoruz. Bu bir pazarlama tekniğidir; o adam güçlü, pazarlıyor, "al" diyor. Sen de alıyorsun onu! Ben almayalım, hiç bakmayalım demiyorum. Git, oku, anlamaya çalış. Ama benim kurmaya ve korumaya çalıştığım sistemle farkı nedir? Acaba ne yönlerden ayrılıyor, bir bak. Sonu ne olur? En başta söylediğim gibi; iki sene savunur, üçüncü sene dönersin! Anladığın için dönsen gene iyi! O fikrin bir cevheri vardır; onu görmeye çalış, onu özümse. Kendine mâletmeye çalış. Kurcala. Şimdi ben bu tür akımlara sahib çıkmaya çalışanlara hem kızıyor hem de kızmıyorum. O kadar büyük bir baskı var ki, adam ne yapsın? Hâkim sistem karşısında bir çıkış yolu arıyor. Bu adamlar Batıdan anlar. Batının getirdiği herşeyi güzel sayar. Bak, ona Batıdan referans vereyim ki anlasın derdimi diyor. Bu intibâı vermek için bir sürü kitab döktürüyorlar. Üç sene sonra da kitablar eskiyor zaten. Oysa İbda’nın; ana fikir manzumesine bakıştan sonra, yeni çıkan akımların yanlışlarını ve doğrularını gösterebilme cehdi var. İbda’nın ilk basımının üstünden 25 sene geçmiş kitablarına bir bakın; yap-boz yok, ne kadar sağlam; şu tâbiri de sadece o hakediyor: “Taş gibi!”... Moda değil, kalıcı! Vehim ve hata değil, hakikat!.. Kim piyasadaki başka hangi eser ve müellif için böyle bir meydan okuma iddiasına soyunabilir ve bundan yüzünün akıyla çıkabilir?..
7- Teknolojiye bakışta ifrad ve tefridden uzaklık...
Ne teknoloji düşmanlığı, ne teknoloji hayranlığı... Dünya görüşü emrinde, ruhu zedelemeden şekillenmesi gereken madde. 1975’li yılların sonunda, 80’li yılların başında Türkiye’de İslâmî çevrelerde bir akım başlamıştı: Teknoloji her yönüyle kötüdür. Hiçbir şey alınmayacak. Teknoloji zaten şeytan icadı. Bizim işimize yaramaz, ahlâkî de değil. Ee? Ne yapacağız öyleyse? Hiçbir şey yapmayacağız! Bu dönemlerden önce 19. yüzyıldan beri varolan, bugüne kadar da devam eden başka bir akım var; "Efendim teknoloji her yönüyle iyi. Hepsini alacağız. Onu alacağız, alacağız, alacağız, burada da büyüteceğiz. Büyük tank fabrikaları kuracağız, büyük..." Tank fabrikasını kur ama, tankın nasıl yapılacağını bir anla, benim ne kadar ihtiyacım var, ne getirir götürür diye düşün. Meselâ, alternatif teknolojiler varsa onları araştır. Asla hayâl sayma! Yoksa ebediyyen çevre ülke derecesinden kurtulamazsın; sürekli eski teknoloji alırsın ve kendi hayat biçimine, hayata bakışına uygun, kullanışlı ama ince bir zevkin tüttüğü âlet veya eşya üretemeyen dar bir çöplük olursun. İbda’da, bu meselede de ifrad yahut tefrid yok. Diyor ki; biz, bu manzume ve bu bakış içerisinde elbette kendimize yetmek ve güçlü olmak zorundayız. Madde, eşya; tek tek sırları incelenecek. Ama asla insana, insan ruhuna tahakküm edecek hâle gelmemeli! Burada tahakküm eden de biçâre madde değil ya, işte alışkanlık, kullanıyoruz... Kötü emelleriyle onu zulüm ve istibdad vasıtası hâline getiren insanoğludur suçlu. Bu bakış çok önemli. İşte İbda’da ben bu bakışı görüyorum. Yani teknoloji uyarlanacak, ihtiyaçlara göre belirlenecek ve bunlar yapılacak; ondan sonra gerekiyorsa burada üretilecek. Demek ki teknolojinin ne âşığı ne de kindarı olmamak gerekiyor! Bu tesbit çok net olarak var bu düşüncede. Ben bu niteliği, böyle net bir şekilde başka İslâmî akımlarda görmedim. Kimileri paldır küldür; “Zaten dünya kötüye gidiyor...” Eee? “Hiçbirisini almayalım abi...” N’apalım?.. “Kendi köşemize çekilelim” diyor. Sen bu tarza meyledersen, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmak vasfından kaçmış olmuyor musun? Peki bu mesuliyetten niye kaçıyorsun? Sonra bu mesuliyetsizliğini garib edebiyatıyla örtmeye çalışıyor. Hangi garib? Hangi gurebâ? O hadiste geçen garibliğin mânâsını sen nerden biliyorsun?..
8- Dinî malûmat serdedişte tavır ve duruşu da mühimseyiş...
Dinî mevzularda fikir beyan edenlere bakışta, bilgi birikimiyle beraber tavır ve duruşu da mühimsemek... Çünkü fıkıh, sadece bilmek değil; derin anlayış, samimiyet ve cesaret demektir! Yani tavır koyabilmektir. Fıkhın temelinde bu var. Siz -yarım yamalak da olsa- kendinize has modelin bulunmadığı bir yerde fıkıh üretmeye kalkarsanız, her sözünüz, sizi saran muhitin kullanacağı malzeme hâline gelir. Burada, kısaca içtihad mevzuuna değineceğim. Bir kere, mutlak ve en geniş anlamıyla içtihadı gerçekleştirecek kabiliyette muttakî, cesur ve dâhî müçtehidler yok artık. Yani ilk devirlerdeki İmam-ı Azam, İmam-ı Mâlik gibileri yok. Ayrıca, temel kaideler belli ve “Nassın olduğu yerde içtihada mesağ yok” hükmü mevcut. Bunu niye söylüyorum? Zira bugün içtihad denildiğinde, tam mânâsıyla açık nassları çiğnemeyi murâd eden yağcı tipler vardır. Bir de havarîlik taslamaları yok mu? Zaten, varolan güç, seni medyasıyla ve her nevî iktidar enstrümanıyla koruyor. Bu kahramanlık pozları neyin nesi? Fıkıh, kendi gelişimimiz ve yeni hadiseler karşısında alacağı doğru tavırla kendini yenilemeli. Âcizâne haddim olmayarak vardığım netice şudur: "Mecelle" tipi, ama daha geniş açılı ve teferruatlı çözümler üretecek bir cesur-muttakî-dâhi bilginler kuruluyla bu işin halledilmesi. Fakat bu yenileniş, “İşte ben şöyle içtihad yapıyorum; böyle üstünlüğüm var sizin imamlarınızdan!” türü iddialarla ortaya çıkanların yapacağı bir iş değil! Açık konuşmak lâzım: Böyle bir ortamda, samimi olarak çabalayıp içtihad niyetiyle birşeyler yapsanız bile, uygulayacak ve geliştirecek otoriteniz olmadığı için, varolan sistemin yemi olursunuz! Zira fıkıh ve içtihad dediğimiz şey, ne müzeye koyacağınız bir ferman ne de entellektüel mastürbasyondur! Ya ortamı değiştirir, hatasıyla sevabıyla o zaman fıkhınızı, içtihadınızı yaparsınız veyahut bunun aksine içtihad, reform laflarıyla avanak avlayan, kurulu sistemin bedava horozu olursunuz! Gücünüz yok iken ürettiğiniz hukuk, hukuk mudur? Aptalca bir övünme ve tembellik vesilesi bu! Veya, kirlenmiş vicdanlara rahatlama cilâsı! Hayır, hayır, samimi olarak fıkıh bahsinde gecesini gündüzüne katıp çalışanları takdir ediyorum. Onlar benim baştâcım! Onlar beni anlayacaktır zaten! İthamlarım, sistemin yağcılığını yapan yalaka tipleredir!
9- Zamanın gittiği yönü seziş...
Şöyle ki; aklı mühimsiyor ama, ruhiyatı asla ihmal etmiyor. Ve bu ekolde, çalışkan bir ruhîlik var. Yani; boş, tembel ruhçuluk yok. Batının bile terkettiği kuru akılcılık da yok. Batı, biliyorsunuz, büyük zihnî devrimlerden falan sonra, akla taparlığı bıraktı. Ama akla taparlık İslâm dünyasında, Türkiye’de ve bazı yerlerde devam ediyor. İbda, aklı mühimsiyor. Ama Batının dahi bıraktığı ve bizim de bırakmamız gereken kuru akılcılık yok. Batının, kendi sisteminin devam etmesi için tüketicilere sunduğu Hind usûlü ruhçuluk da yok İbda’da. Bu Hind usûlü ruhçulukta, artık harekete geçiricilik, mesuliyet alıcılık vasfı kalmamıştır; iyi, doğru ve güzeli yapmak için mücadele ediş ruhu yoktur onda. Ruhu mühimsemenin hakikati bu değil ki! İbda’nın ruhî yönü öyle birşeydir ki, insan rüyasını görür, düşünür, coşar ve coştuğunu yapmak için harekete geçer. Gerçek ruhîlik bu işte! Ve bu, İbda’da var! Piyasaya, televizyonlara falan bakıyorsunuzdur; 21. yüzyılda din ve inançla ilgili mevzular tamamen dünyaya hâkim olacağı için, insanlara ruhçuluğun doğru adresini göstereceklerine, tutuyorlar -affedersiniz tabirimi mazur görün- ottan kıldan, hiçbir ciddi değeri olmayan akımların reklamını yapıyorlar. Adam Hindistan’dan gelmiş, bilmem ne kişinin reklamını yapıyor. Hinduizmin temel felsefesini, bu felsefenin sonuçlarını, varyasyonlarını, neyle nasıl uyuştuğunu anlatan güzel bir konuşma yapsa, anlarım. Lâkin neticede bu propagandada, insanların ruha, ruhiyata ve dine olan şevklerini boş, bulanık yerlerde körelterek, onları bu sahada da tüketici hâline getirme isteği vardır. Esas hedefe gitmesin, yamuk yumuk yerlere gitsin; böylece eforunu orada bitirsin! Herkese çeşitli ebat ve elvanda emzikler, incik boncuklar... İbda Mimarı’nın meâlen söylediği gibi: “Ziyafet sofrasından kalkıp, solucan atıştırmak!..”
10- Fikirde mübhem, harekette müşahhas ve işaret edici oluş...
Bir fikrin, muhataplarında ben bu fikri doğru anlayabilmeliyim gibi bir cehd uyandırabilmesi için bazı yönlerden mübhem olması gerekir. Bu, zâhirî yönü... İkinci yönü ise derin; “Kültür Davamız” adlı eserden okuyorum:
“Görüleceği üzere, “fikirde müphem olmak” meselesini, “İslâm önce bulmak, sonra aramaktır” meselesiyle içiçe düşündüğümüz zaman, arayış verimlerinin her derecesinin ölçülere nisbetle “pay” ifâde etmesinden hareketle, bu “pay-fikir”in niçin müphem olması gerektiğini kavrarız; “dır” ve “tır”, ölçüleri kendi idrakı seviyesine indirmek ve hapsetmektir ki, bu, sırra yer bırakmamak ve gerçekleşmelerle ortaya çıkacak meçhule hürmetsizliktir.
“Müphem olmak”, belirsiz olmak mânâsına değil, meçhule hürmet tavrı içinde “belirsizliğe-sırra” açık belirliliktir ki, aslı ve hakikatiyle ölçüler içinde fanidir. Bu fikir, ölçüler içinde arayıcılığı ve buluculuğu kendi kendinde bitirmediği gibi, yeni arayışa ve buluşlara gebe, yeni fikirlere ilhâm kaynağıdır; eşya ve hadisenin her ân yeniliğinde, “hareket içinde hareketle zenginleşecek” olan fikir...
“Mutlak Fikir”e nisbetle şuuruna erilmiş derinliğine düşünce, yani “hikmet”, daima kendisinden fazlaya ait yukarıda niteliğini belirttiğimiz müphemliği göstermiyorsa, kendi kendinde tükenici ve statik bir çerçeve belirtiyordur ki, bu, nisbet içinde bulunduğu –bütün zamana ve mekâna şamil- Mutlak Fikir’in “mutlaklık” vasfına ters olduğu gibi, insanın eşya ve hadisenin her ân yeniliğinde “hareket içinde hareket eden” rolüne de terstir”.
Merak eden, gerisini Külliyat’tan takib eder...
Ama hareket edişte müşahhas olacaksın. Mesele çok kapsamlı olduğundan, şimdilik bu kadarla iktifâ edeceğiz.
11- Varlığı kavrayıştaki derinlik...
Ve İbda’nın -sözümü bitiriyorum- en derin ve etkileyici farkı, varlığı kavrayıştaki derinliğidir. Dölleyici fikir diyorum ben buna. Öyle güzel, öyle dikkat çekici umdeleri var ki, kişi kendisini ona bıraktığında, fikre muhatab ferd olarak, kendisi daha izah edici tarzda fikir üretebiliyor. Bu çok önemli. Yani üretkenliğe elverişli bir ıslahat zenginliği var. Müntesiblerine, kendi ferdî üretim sahalarını veriyor. Müntesibleri, gerek doğrudan zihnî, gerekse ilmî faaliyetlerin çok daha güzel çerçevelere oturtulması yarışına girebiliyorlar. Bu, pratik açıdan heyecanın devam etmesini sağlar. İşin aslına baktığımızdaysa, o fikrin gelişmesine, kök salmasına, bir "mekteb" olmasına yolaçar. Bu çerçevede, Mirzabeyoğlu’nun, icabettiğinde düz mantık dışında bir mantık, paradoks mantık kullandığını belirtmeliyim; özellikle varlık, ruh gibi bahislerde. Bizde İbn Arabî gibi büyük sufîler, uzakdoğuda Lao Tsu gibi filozoflar bu mantığı kullanmışlardır. Aslında inancını yüreğinde alev gibi taşıyan, dev bir değişim hamlesi başlatmak isteyen herkes, az buçuk bu mantıktan istifade eder. Bahis geniş olduğu için girmiyorum. Kısaca, bildik ayniyet ("özdeşlik") ilkesine uymamak demektir bu mantık.
Son söz; hakikaten verimli bir mekteb... Tıpkı (Kelime-i Salihiyye) gibi ki, çorak bir muhitte, sahrada bir dağ yamacında zuhur ediyor. Ve diğerlerini zuhur ettiriyor. İsmi üzerinde İbda; ve bu sistem, kendi aksiyonerini, kendi şârihini, kendi yorumcusunu yetiştirdiği sürece, belki ağır ağır, belki de hızla yayılacak. Amaköklü olduğu için, hem tüm ülke sathına, hem diğer ülkelere, hem de yaşarsak önümüzdeki yüzyıllara damgasını vuracaktır diyorum. Vesselâm