Mademki, Hakikat Erleri’nden biri hakkında konuşacağız, en önce altını kalın ve kırmızı çizgilerle çizelim ki, yanlışa mahal vermeyelim. Bahse konu edilen kişi: Bediüzzaman Said-i Nursi (k.s.) Hazretleri. Ve bu mübarek ve mümtaz şahıs; son asrımızın güneşi, müceddidi ve ümmeti Muhammed’in (a.s.v.) medar-ı iftiharı! Yani Hak Ehli. Yani bir evliyaullah! Yani; kelimelerin, sıfatlarını dahi sayıp dökmede aciz ve yetersiz kaldığı bir Şahsiyet!(k.s.) Hak ehli, marifet kaynağı, ilim menbağı! Hakikat! Nedir hakikat! Her yerde ve her şeyde gerçeği ve ilahi kudreti görebilmek, esma-i hüsnanın tecellilerini müşahede ederek, hadise ve olayları Hak’tan bilerek tabii karşılamaktır. Buda marifeti celbeder ki; marifet, Hakikate erdikten sonra zuhur eden ilahi ilham, varidat ve ilm-i ledünni’dir. İşte, bahsi edilmek istenen şahıs, İlm-i Ledünni’ye vakıf ve bizatihi yaşayan bir marifet ve Hakikat Ehli’dir!(k.s.) Ve bu hal 23 Mart 1960 yılına kadar, Şanlıurfa’nın tek caddesinde bulunan İpek Palas Oteli’nin 27 nolu numarasında “ey mutmain olmuş nefs, Dön Rabbine…” ilahi emrine mahzar olana kadar da çok şükr devam etmiştir. Kimseye söz söyleme fırsatı da bırakmamıştır.
Belki bunları, bilmemek ile henüz duymamış yada okumamış olmak bir değildir. Ama, birebir duyan, okuyan veya gören insanların şahitliğini tek kelime ile reddetmek önyargı değildir de nedir? Artık ne zamana kadar ret edilecek ve bu ne zamana kadar sürecek. Geçen gün bir konu hakkında Usame nicki ile yazan bir arkadaşımızın iddia ettiği bugüne kadar bilinen bir gerçek. Çünkü bazı kişiler tarafından malumdur ki; Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi (k.s.) hazretleri bu ve bunun gibi adamlara kendi nefsi açısından değil, Hak (cc) açısından bakar ve o pencereden bakması hasebi ile haz etmezdi. Severse Allah (cc) için sever, kızarsa yine Hakk (cc) adına kızardı. Karşı taraftaki grup da; sırf kendi enaniyet pencerelerinden bakar, Üstad hazretlerinin (k.s.) söyledikleri nefslerine ağır geldiği için, her seferinde ret ederler ve aşağılama yoluna giderlerdi. Oysa; yine bu gibi insanlar şunu bilmezlerdi ki; Üstad (k.s.) her gece ayrıca onlar için, üstelik; saatlerce dua ederdi! Çünkü, O avam değildi ve üzerine aldığı sorumluluk bilinci bunu gerektiriyordu. Ve yine, çok iyi biliyordu ki; yarın Hak Divanı’nda bunların hepsinden sorumluydu. Çünkü, Ehl-i Hakikat her şeyi Hak’tan bilerek, kendisini incitseler dahi incinmez. Marifet erbabı nefs-i emmareden kurtulmuştur ki; nefs yapmasına gerek olsun! Allah’ın (cc) kulları olması dolayısı ile düşmanlarının dahi hidayeti için dua ve niyaz eder ve bütün insanlara şefkat gözüyle bakar. İşte Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi (k.s.) Hazretleri bu kadar büyük ve bu kadar muhteşem bir insan’dı. (Allah’ım şefaatine eren kullarından olmayı nasip etsin,amin)
Üstadın (k.s.) her söylediği hemen hemen tamamı kayıt altında mıdır ? Biz; kitaplarının haricinde, dip notlara, haşiyelere, ilaç kutularının tersine (düz, yazısız bölümü), müsvedde kağıtlara, hatta ve hatta takvim yapraklarının altına ve üstüne boş kalan yerlere yazdıklarına bile saygı ile bakarız, okuruz, başımızın üzerinde taşır yere düşürmeyiz.!!! Buna rağmen yine iddia ederiz ki; Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi (k.s.) Hazretleri’nin her sözü yazılmama kaydı ile sözlü olarak gerek üç beş kişilik dost sohbetlerinde, gerekse ikili görüşmelerde ve yine gerekse tefekkür aleminde etrafındaki insanlara şifa niyeti ile duyurulmuştur. En iyisi gerçek bir şakirt isek ve bu meyanda iddiamızda samimi isek o takdirde araştıralım. Reddetmek en kolay olanıdır. Fakat sonrasında kalan acabalar belki bizim, belki de yanımızdakinin zihnini bulandıracak sorulara gebedir. Nedir peki bunun çaresi? Sorgulamak! Ayıp değil, günah değil! O kadar “abi” sıfatı ile içimize girip çıkan insanlar var, ne işe yarıyorlar bunlar ? Neden bu gibi sorular ile sıkıştırmıyoruz o’nları ?! Neden “sözlerden” veya “şualardan” her gece birkaç sayfa yada paragraf okumak ile geçinip gidiyoruz? Neden? Oysa bırakın “sözler’i” sayfalarca okumayı, bırakın paragraflarca okumayı, tek bir cümlesi dahi, üzerinde günlerce konuşulup sohbet edilecek, tefekkür edilecek ilim pınarlarıdır. Neden okuyup geçiyoruz, NEDEN?!!!
Yanında bizzat bulunup, sohbetlerinden feyz alan ağabeyler nerede, nasıl ulaşabiliriz, bu ve buna benzer konuları bizzat kendisinden nasıl öğrenebiliriz diye neden cesurane bir hareket içerisine giremiyoruz. Ne olacak ? Tabularımız veya inandıklarımızın bazılarının esrar perdesi aralanacak ve arkasından sadrımızın kaldıramayacağı gerçek ve hakikatlere ulaşacağız diye mi korkuyoruz? Her veli veya alimin bütün hayatı boyunca söyledikleri kaleme alınmış mıdır? Alınmış ise eğer, o halde neden nur talebeleri Nörşin’e gitmiyor ? Bu emre itaatsizlik değil midir? Hem de bizzat Said-i Nursi (k.s.) hazretlerinin emrine muhalif bir hareket değil midir? Bakın; size bu söylediklerime bir örnek vereyim arkadaşlar;
“- Allahu Alem, Üstad Hace Said (Kaddesallahu Sırruhu) ahiret alemine bu gece geçmiş olsa gerek!
- Sultanım! Hayrola inşallah! Bir rüya ile mi irşad oldunuz ?
- Hayır, belki rüya alemi idi belki de maneviyat hallerinden bir hal idi. En doğrusunu Rabbim bilir. Fakat; Hace Said (kaddesallahu Sırrıhu) gecenin bir vakti geldi yanımıza ve bize bütün emanetleri teslim ederek gitti. İhvanlarımıza söyleyin; Mübarek üstad’ın Kaddesallahu Sırrıhu’nun hiçbir talebesi hakkında ileri geri konuşmasınlar. O’nlar bize Üstad’ın kaddesallahu Sırrıhu’nun emanetleridir”
Bu ikili dialog, zamanın yine başka bir güneşi ve alimi Seyyid Abdülhakim El Hüseyn (k.s.) ile halifesi Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) arasında geçiyor. Ve o günün şartlarında öğle namazına doğru gelen “Üstad Said-i Nursi (k.s.) Hazretlerinin gece vakti Hakkın Rahmetine kavuştuğu ve apar topar zamanın yönetimi tarafından defn edildiği” haberi geliyor. Bu gibi büyük insanların keşf ve kerameti ile sadıklardan olduğu, yine etraflarında bulunan ihvanları tarafından müşahede edilirken, yine Said-i Nursi (k.s.) hazretlerinin en büyük kerametlerinden birisi olan, ölümünü eşraf’a (k.s.ecmain) bildirdiği layıkı ile ve taaccüp ile görülüyor. Ve hep beraber ikindi namazının arkasından gıyabında cenaze namazı kılınıyor. Şimdi; bana bu yazdığım konunun kaynağını nasıl gösterebilirsiniz ? Şunu diyebilirsiniz belki “hadi canım sende! amma da abarttın!” Ama bunu demeniz hiçbir şeyi değiştirmez! Çünkü ne bu satırları yazan arkadaşınız itibar eder bu sözünüze, nede bu konuda tam bir inanç ile bağlı milyonlarca insan itibar eder bu sözünüze. Ancak, başını kuma sokan kuşlara benzetir geçerim böyle söyleyeni.
Şimdi; bu mantık ile bu çerçeveden bakınca, yine geçtiğimiz günlerde konu edilen İttihat ve Terakki’nin muhteşem dört atlısını kim hangi gerekçe ile savunabilir bana. Savunsa bile ne yazar? 700 yıllık bir mirası, üstelik 3,5 yıl gibi bir zamanda hoyratça ve pervasızca harcayan Dünya Tarihinde kaç tane insan sayabilirsiniz ? Sayamazsınız, saysanız dahi yine 4 kişiyi geçmez bu sayı. Yani yine aynı insanlara gelir çakılırsınız! Ve muhteşem Süleymanların, Yavuz’ların, Fatih’lerin mirasını harcayan bu dört kişi muteber olacak sizin gözünüzde, bunları eleştiren insanlara ise “ulan” diyeceksiniz! Yunan ve Rum sözleri bunlar diyeceksiniz! Olmaz bu! Kabul edilemez. Ya cahillik derim, yada önyargı, yada özel karakter, derim. Bu işi Vahdettin’e de yıkmayın, bizzat Bandırma vapurunu techiz edip Karadeniz’e çıkaran insana zülm etmiş olursunuz çünkü!
Kemalizm; her insanın iliklerine kadar acısını hissettiği, hatta ve hatta Mustafa Kemal’in dahi bundan rahatsız olduğu söylemi nasıl savunabiliyorsunuz. Daha 2 yıl bile olmadı, Menemen kahramanı olarak anılan Kubilay’ın torunu kalktı şunu söyledi: “Lütfen, artık malum parti, rahmetli dedemin üzerinden siyaset yapmayı bıraksın. Bu bize ve dedemizin muazzez ruhuna azaptan başka bir şey vermiyor!” Çünkü onlar da çok iyi biliyor dedelerinin kimler tarafından ve ne için öldürüldüğünü, sizler mi göremiyorsunuz ? Devrim şehitleri denilince, siz kimleri anlıyorsunuz ? Darağacında onlarca alim ve mürşidler hatırınıza geliyor mu ? Sahi, sizler bir gecede bütün bir halkının okur yazar olarak yatağına yatıp da sabah kör ve zır cahil uyanan başka bir ülke biliyor musunuz ? Üstad Said-i Nursi (k.s.) hazretleri yakinen biliyor. Sizler; 1932 yılında katıldığı ilk dünya güzellik yarışmasında 1. olduğu, mayolu fotoğraflarının çarşaf çarşaf The Tımes, Sunday, News Week gibi dünyanın sayılı gazete ve dergilerine “İşte Osmanlı’nın son hali” diyerek sekiz sutuna manşetten haber olduğu, çırıl çıplak Keriman Halis’i tanıyor musunuz ? Ne O ? Utandınız mı ? Evet, utandınız! Bilin ki; Üstad Said-i Nursi (k.s.) bu durum karşısında sizden daha çok utanmıştı! Ve yüreğinin bütün zerrelerinde hissetti o utangaçlığın elemli acısını. Ama o dönemde yaşayan bahsi geçen insanlar utanmak ne kelime, özellikle teşvik etmeye çalıştılar. Buyrun Kemalistlerin kendi sitelerinden bir alıntı;
Sizler, üç kuşak öncesi dedelerinize ve ninelerinize yetiştiniz mi ? Eğer yetiştiyseniz, bu ülkede Kur’an’ı Kerim’in samanlıklarda, ahırlarda “elif be” kitaplarını saklayarak, günde 15-20 dakika gibi kısacık zamanlarda okumak için ne türlü zahmet ve korku ile karışık gözyaşları döktüklerini sorabildiniz mi ? Soramadınız! Ama O (k.s.); soracak bir Varlık (cc) makamın varlığından haberdar olarak mücadele etti bu ve bunun gibiler ile. Allah Ulu’dur, Allah Ulu’dur diye okunan ezan-ı Muhammedi dinleyen bir dedenin, bunu anlatırken; bembeyaz sakalına döktüğü hasret ve nedamet ateşini ıslak gözlerinde yakaladınız mı ? Dedeciğim üzülme ya, asıl olan manası değil mi nasıl olsa ? diyebildiniz mi? Deseydiniz de elindeki bastonu kafanızın artık neresine rast gelirse ne şekilde indirdiğine şahit olsaydınız bizzat. Çünkü; o dedeniz, zamanında Said-i Nursi (k.s.) gibi bir değerin her gece kanlı gözyaşlarına şahit oldu. Çok ötelere de gitmeye gerek yok aslında, muhakkak etrafınızda gurbette; Almanya’da, Belçika’da yahut İngiltere’de veya Japonya’da çalışan bir yakınınız vardır. Onlara sorsanıza sabah namazının ezanını. Sultan Ahmet camii’nden gelen sada ile nürnberg’de veya Belfast da gelen ses aynı mı ? Elbette aynı değil. Aynı huşuyu duymanız mümkün bile olmaz. Bir de durun, şu sese kulak verin: Allah Bir’dir Muhammed O’nun kuludur! Haydin namaza, haydin kurtuluşa! Nasıl ? Asıl olan manaydı nasıl olsa, ne oldu ? yoksa mana bir değil mi ? mana ve ahenk bozuldu mu ????????
İşte bunları yapan zamanın süfyanları idi! Bunda gocunacak bir şey yok. Zamanın süfyanları her devirde vardır, olacaktır. Bunların isimleri kah Enver olur, kah ismet olur, kah Deniz olur. Zamanın Said-i Nursi’leri (k.s.) de her zamanda var olacaktır ve bunlar ile mücadele edecektir. Bir bakarsınız ismi Said (k.s.) olur, bir bakarsınız Süleyman (k.s.) olur, bir bakarsınız prof. Ünvanlı Esad Coşan (k.s.) olur! Hepsi de tek tek başımızın üzerindeki tacın yakutlu, elmaslı taşlarıdır!
Bu gibi Zat-ı Muhterem’ler (k.s.ecmain) her devirde bunlar ile mücadele etmişlerdir. Bunu yaparken de aynı zamanda yerlerine yine mümtaz şahsiyetler yetiştirmişlerdir. Hangisine denk geldik bu güne kadar. Belki bilmeden yanından geçtik gittik. “Namazda gözü olmayanın, ezanda kulağı olmaz” demiş atalarımız. Sırf Fethullah Gülen hoca’nın kendisini ziyarete geldiğinde bindiği fıstıki yeşil mercedes’ ini, O’nun hatırına satmayan ağabeyler tanıdık. Sırf muhabbet için amerika’ya ziyaretine gittiğinde ismi ile karşılanan ve sağ tarafında özellikle oturması için yer bırakılan insanlar ile yıllarca beraber olduk. Birebir sohbetlerini dinledik. AĞLADIĞI ZAMAN NEYE AĞLADIĞINI, ANLATTIĞININ NE ANLAMA GELDİĞİNİ, GENİŞ AÇIKLAMALARI İLE NEYİ KASD ETTİĞİNİ özellikle vurguladığı sohbetlerine katılan insanların, ağzından, balığın yem kapması gibi damaklarının tavanlarından kapmaya çalıştık sözlerini. Bu bizim “talebena” emrine uymamızın “vecedena” lutfuna kavuşmamızın nişanesi idi. Biz bunları risalenin hiçbir yerinde rastlayıp okumadık oysa. Ama o kadar pırıl pırıl bir berraklık taşıyor ki; duyan ve duyduğunu anlayan bilir ancak!
Said-i Nursi (k.s) Hazretlerini doğru okuyalım. Hakkını verelim okuduklarımızın ve gereğine uygun yaşantımıza dökelim, dökelim ki; bu risaleler gerçek amacına hizmet etmeye başlamış olsun. Yoksa bu mübarek sözler, sırf kütüphanemizde göz zevkimize hitap etsin, gelen dostlarımıza övünç gayesi ile “bak! Külliyatın tamamına sahibim” diye caka satmamız uğruna ve bu iğrenç basit gayelere hizmet etsin diye kırmızı ciltlere yazılmadı. Said-i Nursi’nin (k.s.) hayatında yaşadıkları kimine göre zillet! Oysa Hakk erleri için ise bu bir nimet! Bakış penceresi ve anlayış, muhakeme yeteneğine göre değişen bir durum bu.
Hiçbir şey bilmiyorsak bile; eğer samimiysek, tertemiz bir abdest alıp, iki rekat Allah (cc) için namaz eda edelim. Hulusi ve samimiyet ile tazarru edip yönelelim O Alemlerin Rabbi’ne (cc). “Ya Rabbi! Ya Rabbi bu gerçeği bize anlama yönünde bir kuvvet ve keskin bir kavrayış nasip et!” diye yalvaralım. Denemesi inanın bedava, inanın. Tek ücreti olabilir olsa bile, o da nakit tahsil ediliyor: samimiyet!
Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi’nin (k.s.) tek bir gerçek amacı vardı ve bunu bütün insanlığa anlatmaya çalıştı ömrü boyunca: “ALLAH’U EKBER!” Gerisi, yine rahmetli başka bir üstadın dediği gibi; çelik çomak!
Sevgili Duha; o kadar güzel bir imza kullanıyorsun ki, sırf bu cümleyi okumak ve içten bir tebessümü ruhuma yaymak uğruna, inan sayfalarca yazdıklarını hiç önyargısız okuyabilirim. Hoş görüne sığınarak buraya bir de ben yazayım ve diğer arkadaşlarım da benim penceremden okusun: “Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz.”
"Vuslatın bir başka alem, sen bir ömre bedelsin" (nihavent makamında bir şarkı)
Belki bunları, bilmemek ile henüz duymamış yada okumamış olmak bir değildir. Ama, birebir duyan, okuyan veya gören insanların şahitliğini tek kelime ile reddetmek önyargı değildir de nedir? Artık ne zamana kadar ret edilecek ve bu ne zamana kadar sürecek. Geçen gün bir konu hakkında Usame nicki ile yazan bir arkadaşımızın iddia ettiği bugüne kadar bilinen bir gerçek. Çünkü bazı kişiler tarafından malumdur ki; Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi (k.s.) hazretleri bu ve bunun gibi adamlara kendi nefsi açısından değil, Hak (cc) açısından bakar ve o pencereden bakması hasebi ile haz etmezdi. Severse Allah (cc) için sever, kızarsa yine Hakk (cc) adına kızardı. Karşı taraftaki grup da; sırf kendi enaniyet pencerelerinden bakar, Üstad hazretlerinin (k.s.) söyledikleri nefslerine ağır geldiği için, her seferinde ret ederler ve aşağılama yoluna giderlerdi. Oysa; yine bu gibi insanlar şunu bilmezlerdi ki; Üstad (k.s.) her gece ayrıca onlar için, üstelik; saatlerce dua ederdi! Çünkü, O avam değildi ve üzerine aldığı sorumluluk bilinci bunu gerektiriyordu. Ve yine, çok iyi biliyordu ki; yarın Hak Divanı’nda bunların hepsinden sorumluydu. Çünkü, Ehl-i Hakikat her şeyi Hak’tan bilerek, kendisini incitseler dahi incinmez. Marifet erbabı nefs-i emmareden kurtulmuştur ki; nefs yapmasına gerek olsun! Allah’ın (cc) kulları olması dolayısı ile düşmanlarının dahi hidayeti için dua ve niyaz eder ve bütün insanlara şefkat gözüyle bakar. İşte Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi (k.s.) Hazretleri bu kadar büyük ve bu kadar muhteşem bir insan’dı. (Allah’ım şefaatine eren kullarından olmayı nasip etsin,amin)
Üstadın (k.s.) her söylediği hemen hemen tamamı kayıt altında mıdır ? Biz; kitaplarının haricinde, dip notlara, haşiyelere, ilaç kutularının tersine (düz, yazısız bölümü), müsvedde kağıtlara, hatta ve hatta takvim yapraklarının altına ve üstüne boş kalan yerlere yazdıklarına bile saygı ile bakarız, okuruz, başımızın üzerinde taşır yere düşürmeyiz.!!! Buna rağmen yine iddia ederiz ki; Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi (k.s.) Hazretleri’nin her sözü yazılmama kaydı ile sözlü olarak gerek üç beş kişilik dost sohbetlerinde, gerekse ikili görüşmelerde ve yine gerekse tefekkür aleminde etrafındaki insanlara şifa niyeti ile duyurulmuştur. En iyisi gerçek bir şakirt isek ve bu meyanda iddiamızda samimi isek o takdirde araştıralım. Reddetmek en kolay olanıdır. Fakat sonrasında kalan acabalar belki bizim, belki de yanımızdakinin zihnini bulandıracak sorulara gebedir. Nedir peki bunun çaresi? Sorgulamak! Ayıp değil, günah değil! O kadar “abi” sıfatı ile içimize girip çıkan insanlar var, ne işe yarıyorlar bunlar ? Neden bu gibi sorular ile sıkıştırmıyoruz o’nları ?! Neden “sözlerden” veya “şualardan” her gece birkaç sayfa yada paragraf okumak ile geçinip gidiyoruz? Neden? Oysa bırakın “sözler’i” sayfalarca okumayı, bırakın paragraflarca okumayı, tek bir cümlesi dahi, üzerinde günlerce konuşulup sohbet edilecek, tefekkür edilecek ilim pınarlarıdır. Neden okuyup geçiyoruz, NEDEN?!!!
Yanında bizzat bulunup, sohbetlerinden feyz alan ağabeyler nerede, nasıl ulaşabiliriz, bu ve buna benzer konuları bizzat kendisinden nasıl öğrenebiliriz diye neden cesurane bir hareket içerisine giremiyoruz. Ne olacak ? Tabularımız veya inandıklarımızın bazılarının esrar perdesi aralanacak ve arkasından sadrımızın kaldıramayacağı gerçek ve hakikatlere ulaşacağız diye mi korkuyoruz? Her veli veya alimin bütün hayatı boyunca söyledikleri kaleme alınmış mıdır? Alınmış ise eğer, o halde neden nur talebeleri Nörşin’e gitmiyor ? Bu emre itaatsizlik değil midir? Hem de bizzat Said-i Nursi (k.s.) hazretlerinin emrine muhalif bir hareket değil midir? Bakın; size bu söylediklerime bir örnek vereyim arkadaşlar;
“- Allahu Alem, Üstad Hace Said (Kaddesallahu Sırruhu) ahiret alemine bu gece geçmiş olsa gerek!
- Sultanım! Hayrola inşallah! Bir rüya ile mi irşad oldunuz ?
- Hayır, belki rüya alemi idi belki de maneviyat hallerinden bir hal idi. En doğrusunu Rabbim bilir. Fakat; Hace Said (kaddesallahu Sırrıhu) gecenin bir vakti geldi yanımıza ve bize bütün emanetleri teslim ederek gitti. İhvanlarımıza söyleyin; Mübarek üstad’ın Kaddesallahu Sırrıhu’nun hiçbir talebesi hakkında ileri geri konuşmasınlar. O’nlar bize Üstad’ın kaddesallahu Sırrıhu’nun emanetleridir”
Bu ikili dialog, zamanın yine başka bir güneşi ve alimi Seyyid Abdülhakim El Hüseyn (k.s.) ile halifesi Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) arasında geçiyor. Ve o günün şartlarında öğle namazına doğru gelen “Üstad Said-i Nursi (k.s.) Hazretlerinin gece vakti Hakkın Rahmetine kavuştuğu ve apar topar zamanın yönetimi tarafından defn edildiği” haberi geliyor. Bu gibi büyük insanların keşf ve kerameti ile sadıklardan olduğu, yine etraflarında bulunan ihvanları tarafından müşahede edilirken, yine Said-i Nursi (k.s.) hazretlerinin en büyük kerametlerinden birisi olan, ölümünü eşraf’a (k.s.ecmain) bildirdiği layıkı ile ve taaccüp ile görülüyor. Ve hep beraber ikindi namazının arkasından gıyabında cenaze namazı kılınıyor. Şimdi; bana bu yazdığım konunun kaynağını nasıl gösterebilirsiniz ? Şunu diyebilirsiniz belki “hadi canım sende! amma da abarttın!” Ama bunu demeniz hiçbir şeyi değiştirmez! Çünkü ne bu satırları yazan arkadaşınız itibar eder bu sözünüze, nede bu konuda tam bir inanç ile bağlı milyonlarca insan itibar eder bu sözünüze. Ancak, başını kuma sokan kuşlara benzetir geçerim böyle söyleyeni.
Şimdi; bu mantık ile bu çerçeveden bakınca, yine geçtiğimiz günlerde konu edilen İttihat ve Terakki’nin muhteşem dört atlısını kim hangi gerekçe ile savunabilir bana. Savunsa bile ne yazar? 700 yıllık bir mirası, üstelik 3,5 yıl gibi bir zamanda hoyratça ve pervasızca harcayan Dünya Tarihinde kaç tane insan sayabilirsiniz ? Sayamazsınız, saysanız dahi yine 4 kişiyi geçmez bu sayı. Yani yine aynı insanlara gelir çakılırsınız! Ve muhteşem Süleymanların, Yavuz’ların, Fatih’lerin mirasını harcayan bu dört kişi muteber olacak sizin gözünüzde, bunları eleştiren insanlara ise “ulan” diyeceksiniz! Yunan ve Rum sözleri bunlar diyeceksiniz! Olmaz bu! Kabul edilemez. Ya cahillik derim, yada önyargı, yada özel karakter, derim. Bu işi Vahdettin’e de yıkmayın, bizzat Bandırma vapurunu techiz edip Karadeniz’e çıkaran insana zülm etmiş olursunuz çünkü!
Kemalizm; her insanın iliklerine kadar acısını hissettiği, hatta ve hatta Mustafa Kemal’in dahi bundan rahatsız olduğu söylemi nasıl savunabiliyorsunuz. Daha 2 yıl bile olmadı, Menemen kahramanı olarak anılan Kubilay’ın torunu kalktı şunu söyledi: “Lütfen, artık malum parti, rahmetli dedemin üzerinden siyaset yapmayı bıraksın. Bu bize ve dedemizin muazzez ruhuna azaptan başka bir şey vermiyor!” Çünkü onlar da çok iyi biliyor dedelerinin kimler tarafından ve ne için öldürüldüğünü, sizler mi göremiyorsunuz ? Devrim şehitleri denilince, siz kimleri anlıyorsunuz ? Darağacında onlarca alim ve mürşidler hatırınıza geliyor mu ? Sahi, sizler bir gecede bütün bir halkının okur yazar olarak yatağına yatıp da sabah kör ve zır cahil uyanan başka bir ülke biliyor musunuz ? Üstad Said-i Nursi (k.s.) hazretleri yakinen biliyor. Sizler; 1932 yılında katıldığı ilk dünya güzellik yarışmasında 1. olduğu, mayolu fotoğraflarının çarşaf çarşaf The Tımes, Sunday, News Week gibi dünyanın sayılı gazete ve dergilerine “İşte Osmanlı’nın son hali” diyerek sekiz sutuna manşetten haber olduğu, çırıl çıplak Keriman Halis’i tanıyor musunuz ? Ne O ? Utandınız mı ? Evet, utandınız! Bilin ki; Üstad Said-i Nursi (k.s.) bu durum karşısında sizden daha çok utanmıştı! Ve yüreğinin bütün zerrelerinde hissetti o utangaçlığın elemli acısını. Ama o dönemde yaşayan bahsi geçen insanlar utanmak ne kelime, özellikle teşvik etmeye çalıştılar. Buyrun Kemalistlerin kendi sitelerinden bir alıntı;
31 Temmuz 1932' de Türkiye güzeli Keriman Halis' in, Belçika' da yapılan yarışmada dünya güzeli seçilmesi üzerine O'na "Ece" ünvanını verir ve Türk kadınına şöyle seslenir:
"Şunu ilave edeyim ki! Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihten bildiğim için, Türk kızlarından birisinin dünya güzeli seçilmiş olmasını çok tabii buldum. Fakat Türk gençlerine bu münasebetle şunu hatırlatmayı da lüzumlu görürüm: Övünç duyduğumuz tabii güzelliğinizi fenni tarzda muhafaza etmesini biliniz ve bu yolda uyanık olunuz ve bu gelişmelerin aralıksız gerçekleşmesini ihmal etmeyiniz. Bununla beraber, asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, analarınızın ve atalarınızın oldukları gibi, yüksek kültürde ve yüksek faziletle dünya birinciliğini elde tutmaktır."
Sizler, üç kuşak öncesi dedelerinize ve ninelerinize yetiştiniz mi ? Eğer yetiştiyseniz, bu ülkede Kur’an’ı Kerim’in samanlıklarda, ahırlarda “elif be” kitaplarını saklayarak, günde 15-20 dakika gibi kısacık zamanlarda okumak için ne türlü zahmet ve korku ile karışık gözyaşları döktüklerini sorabildiniz mi ? Soramadınız! Ama O (k.s.); soracak bir Varlık (cc) makamın varlığından haberdar olarak mücadele etti bu ve bunun gibiler ile. Allah Ulu’dur, Allah Ulu’dur diye okunan ezan-ı Muhammedi dinleyen bir dedenin, bunu anlatırken; bembeyaz sakalına döktüğü hasret ve nedamet ateşini ıslak gözlerinde yakaladınız mı ? Dedeciğim üzülme ya, asıl olan manası değil mi nasıl olsa ? diyebildiniz mi? Deseydiniz de elindeki bastonu kafanızın artık neresine rast gelirse ne şekilde indirdiğine şahit olsaydınız bizzat. Çünkü; o dedeniz, zamanında Said-i Nursi (k.s.) gibi bir değerin her gece kanlı gözyaşlarına şahit oldu. Çok ötelere de gitmeye gerek yok aslında, muhakkak etrafınızda gurbette; Almanya’da, Belçika’da yahut İngiltere’de veya Japonya’da çalışan bir yakınınız vardır. Onlara sorsanıza sabah namazının ezanını. Sultan Ahmet camii’nden gelen sada ile nürnberg’de veya Belfast da gelen ses aynı mı ? Elbette aynı değil. Aynı huşuyu duymanız mümkün bile olmaz. Bir de durun, şu sese kulak verin: Allah Bir’dir Muhammed O’nun kuludur! Haydin namaza, haydin kurtuluşa! Nasıl ? Asıl olan manaydı nasıl olsa, ne oldu ? yoksa mana bir değil mi ? mana ve ahenk bozuldu mu ????????
İşte bunları yapan zamanın süfyanları idi! Bunda gocunacak bir şey yok. Zamanın süfyanları her devirde vardır, olacaktır. Bunların isimleri kah Enver olur, kah ismet olur, kah Deniz olur. Zamanın Said-i Nursi’leri (k.s.) de her zamanda var olacaktır ve bunlar ile mücadele edecektir. Bir bakarsınız ismi Said (k.s.) olur, bir bakarsınız Süleyman (k.s.) olur, bir bakarsınız prof. Ünvanlı Esad Coşan (k.s.) olur! Hepsi de tek tek başımızın üzerindeki tacın yakutlu, elmaslı taşlarıdır!
Bu gibi Zat-ı Muhterem’ler (k.s.ecmain) her devirde bunlar ile mücadele etmişlerdir. Bunu yaparken de aynı zamanda yerlerine yine mümtaz şahsiyetler yetiştirmişlerdir. Hangisine denk geldik bu güne kadar. Belki bilmeden yanından geçtik gittik. “Namazda gözü olmayanın, ezanda kulağı olmaz” demiş atalarımız. Sırf Fethullah Gülen hoca’nın kendisini ziyarete geldiğinde bindiği fıstıki yeşil mercedes’ ini, O’nun hatırına satmayan ağabeyler tanıdık. Sırf muhabbet için amerika’ya ziyaretine gittiğinde ismi ile karşılanan ve sağ tarafında özellikle oturması için yer bırakılan insanlar ile yıllarca beraber olduk. Birebir sohbetlerini dinledik. AĞLADIĞI ZAMAN NEYE AĞLADIĞINI, ANLATTIĞININ NE ANLAMA GELDİĞİNİ, GENİŞ AÇIKLAMALARI İLE NEYİ KASD ETTİĞİNİ özellikle vurguladığı sohbetlerine katılan insanların, ağzından, balığın yem kapması gibi damaklarının tavanlarından kapmaya çalıştık sözlerini. Bu bizim “talebena” emrine uymamızın “vecedena” lutfuna kavuşmamızın nişanesi idi. Biz bunları risalenin hiçbir yerinde rastlayıp okumadık oysa. Ama o kadar pırıl pırıl bir berraklık taşıyor ki; duyan ve duyduğunu anlayan bilir ancak!
Said-i Nursi (k.s) Hazretlerini doğru okuyalım. Hakkını verelim okuduklarımızın ve gereğine uygun yaşantımıza dökelim, dökelim ki; bu risaleler gerçek amacına hizmet etmeye başlamış olsun. Yoksa bu mübarek sözler, sırf kütüphanemizde göz zevkimize hitap etsin, gelen dostlarımıza övünç gayesi ile “bak! Külliyatın tamamına sahibim” diye caka satmamız uğruna ve bu iğrenç basit gayelere hizmet etsin diye kırmızı ciltlere yazılmadı. Said-i Nursi’nin (k.s.) hayatında yaşadıkları kimine göre zillet! Oysa Hakk erleri için ise bu bir nimet! Bakış penceresi ve anlayış, muhakeme yeteneğine göre değişen bir durum bu.
Hiçbir şey bilmiyorsak bile; eğer samimiysek, tertemiz bir abdest alıp, iki rekat Allah (cc) için namaz eda edelim. Hulusi ve samimiyet ile tazarru edip yönelelim O Alemlerin Rabbi’ne (cc). “Ya Rabbi! Ya Rabbi bu gerçeği bize anlama yönünde bir kuvvet ve keskin bir kavrayış nasip et!” diye yalvaralım. Denemesi inanın bedava, inanın. Tek ücreti olabilir olsa bile, o da nakit tahsil ediliyor: samimiyet!
Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi’nin (k.s.) tek bir gerçek amacı vardı ve bunu bütün insanlığa anlatmaya çalıştı ömrü boyunca: “ALLAH’U EKBER!” Gerisi, yine rahmetli başka bir üstadın dediği gibi; çelik çomak!
Sevgili Duha; o kadar güzel bir imza kullanıyorsun ki, sırf bu cümleyi okumak ve içten bir tebessümü ruhuma yaymak uğruna, inan sayfalarca yazdıklarını hiç önyargısız okuyabilirim. Hoş görüne sığınarak buraya bir de ben yazayım ve diğer arkadaşlarım da benim penceremden okusun: “Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz.”
"Vuslatın bir başka alem, sen bir ömre bedelsin" (nihavent makamında bir şarkı)