bilim terazisinde aşk tartmak...

EmrihaK

New member
Duygu ve düşüncelerimizin gen ve hormonlardan kaynaklandıgı ve bu nedenle de bazı duygu ve düşüncelerimizden sorumlu olmayacagımız yanlıştır.
Beyin nihayet kendini keşfediyor. Bu keşiflerin ötesinde insanlıgı hangi sürprizler bekliyor henüz bilmiyoruz. Belki de hiç bilemeyecegiz. Zira bilgimiz arttıkça bilmediklerimizin boyutlarının tahayyülümüzün ötesinde oldugunu fark ediyoruz. Bilgimiz arttıkça basit açıklamalar yerlerini karmaşık spekülasyonlara bırakıyor. Gerçekte hal böyleyken, bilimsel bilginin özellikle medya aracılıgıyla halka arzında çok farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Sözü getirece im yer aşkın biyokimyası.
Duygu, düşünce ve davranışlarımızla beynimizdeki biyokimyasal faaliyet arasındaki ilişkiye degin bilgilerimiz gün be gün artıyor. Gerçekten de her türlü düşünce, duygu ve davranışımızın beyinde bir karşıligı var. Ama bu, insana ait tüm niteliklerin beynin biyokimyasal süreçlerince belirlendigi anlamına gelmiyor. İşte bilimsel bilginin kullanımında en büyük hata da bu noktada yapılıyor. Sonuçta gazetelerde, dergilerde hatta konuyla ilgili sözde bilimsel kitaplarda hayretten a zımızı açık bırakacak ifadelerle karşılaşıyoruz. Örnegin bir kitaptan alıntıladıgım şu iki cümleye bakalım; Sadakat görevi de oksitosin ve vazopresin hormonlarına verilmiş durumdadır. Hatta bu hormonların aşısının eşlere zerk edilebilecegi günü iple çeken insanlar vardır.

Sadakat, insana ait bir sorumluluktur. Sorumlu olan bizzat insanın kendisidir. Sadakat eger bir görevse, bu görev insan bedenine ya da bedenin bir bölümüne ya da bu bölümdeki bir nörokimyasal sürece ya da bu süreçte yer alan herhangi bir hormon ya da nörotransmittere yüklenemez. Eger böyle olsaydı insan olmak ne kolay olurdu. İşin gerçegi, o zaman insan olmak diye bir şey olmazdı. Öyle ya, hormonlar görevini yapmıyorsa insan ne yapsın. Bu tam bir materyalist indirgemeci yaklaşımdır. Şimdi bu indirgemeci yaklaşımın sonuçlarını biraz daha açalım. Eger sadakatten bazı hormonlar sorumluysa ihanetten de sorumlu bazı hormonlar olması gerekir. Ya da ihanet, sadakat hormonlarının görevlerini yapamamalarının ikincil bir sonucu olabilir. İki durumda da sonuç de işmez. Her iki durumda da ihanetin bedeli en azından bir vicdan azabı degil, gerekli hormon preparatını satın almak olur yalnızca. Alıntıladıgım ikinci cümlede de sadakat hormonlarının aşısını heyecanla bekleyen eşlerden bahsediliyor. Sadakatsizlik bir hormon aşısıyla çözümlenemeyecek kadar girift bir ilişki sorunudur. Öyle girift ki arka planında bir yı ın psikolojik, sosyokültürel dinamik vardır. Bu dinamikler anlaşılmadan insan anlaşılamaz. Bu arada, sadakati önemseyen eşlere şu kötü haberi de verebiliriz; insani ilişkilerin giderek parçalandıgı postmodern narsizm çagında sadakat hormonlarından daha çok ihanet hormonlarının talibi olacaktır.
Aşkın biyokimyasına dair medyada yer alan yazıların büyük bölümünde yukarıda eleştirdigimiz indirgemeci yaklaşım ve abartılı üslup kullanılıyor. Yazıların genel havası şöyle; Bilim aşka el atıp onu laboratuvara soktu. Aşktan sorumlu hormonlar birer birer keşfediliyor.Verilerin yorumlanmasına ilişkin vahim yanlışlar bir tarafa, bu çalışmaların pek azı insanlar üzerinde yapılmış. Oysa insanlar üzerinde yapılan pek az çalışma var. Laboratuvar çalışmalarının büyük bölümü deney farelerinin davranışlarıyla ilgili. Örnegin bu deneylerden birinde tek eşli ve çok eşli iki tür tarla faresinin beyni incelenmiş. Bu iki tür arasındaki temel farkın, beyinlerindeki oksitosin ve vazopressin hormon reseptörlerinin yerlerinin de işikligi olarak bulunmuş. Farelerin davranışlarıyla beyin biyokimyaları arasındaki ilişkiler belli bir ölçüde insan davranışlarını anlamamıza yardımcı olabilir. Ama nihayetinde insan, fare degildir.
Diyelim ki benzer bulgular sadık insanlarla sadakatsiz insanların beyinlerinde de gösterilsin. Ben de, çok büyük bir ihtimalle her iki grubun beyin biyokimyalarının farklı oldugunu düşünüyorum. Ama bu veriler bize, insani sadakatin bu hormonlara indirgenebilecegini söylemez ki. Şimdi de insanlarda yapılan bir deneye bakalım. Bir grup denege (âşıga) bir kez sevgililerinin bir kez de herhangi bir kişinin resmi gösterilmiş ve her iki durumda beyin etkinligi tespit edilmiş. Âşıklar sevgililerine bakarken, ventral tegmentum ve limbik sistem denen beyin bölgelerinin etkinleştigi görülmüş.
Bu arada dopamin ve noradrenalin gibi uyarıcı nörotransmitter düzeylerinin yüksek, serotonin düzeylerinin ise düşük oldugu gözlenmiş. Peki bu verileri nasıl yorumlayalım? Mesela şöyle diyebilir miyiz? Beynin ventral tegmantum ve limbik sistemi âşık olur ya da âşık olan beyindir. Eger indirgemeci materyalist bir zihnimiz varsa diyebiliriz. Oysa âşık olan, bedeni de muhtevi, insan denen mahluktur. Ama bu, aşk hali içinde beynin ve bedenin biyokimyasının de işmedigi anlamına gelmez.
Aslında yukarıdaki deneyin nihai anlamı, İbni Sinanın genç bir erkegin hastalı ını nabzını tutarak teşhis etmesinden çok farklı degil. Anlatıldıgına göre İbni Sina, hastalıgı bir türlü teşhis edilemeyen bir delikanlının asıl sorununun bir aşk derdi oldugunu anlar. Başucuna oturur, nabzını tutar ve sohbet etmeye başlar. Konuşma esnasında sevgilisiyle ilgili olabilecek bahisler açıldıkça delikanlının nabzı hızlanır. Sonunda büyük hekim kalp atım hızındaki degişikliklerin izini sürerek, gencin kime âşık oldugunu ve maşukunun nerede yaşadıgını tespit eder. Ama aynı İbni Sina aşk üzerine bir risale yazar ve bu kitapçıkta basit cansız maddede bile aşkın var oldugunu söyler. Daha sonra nebati ve hayvani nefislerdeki aşkı anlatır ve aşk bahsini İlahi aşkla noktalar. Ama günümüzün popüler aşk bilimi yazılarında İbni Sinadaki gibi aşkın ne tanımı vardır ne de kategorileri.

Konunun bir diger boyutu da aşk denen ruhsal durumun giderek bir psikiyatrik soruna indirgenir olması. Elbette aşk bir psikiyatrik sorunmuş gibi görünebilir ya da gerçekte psikiyatrik bir sorun aşk suretine bürünebilir. Bütün bunları ayırt edebilmek için biraz olsun aşkın farklı vechelerini görebilmek gerekir. Bu konuyu detaylandırmayacagım. Ama en azından popüler aşk biliminde sözü edilen aşklarla, Yunusun, Mevlânânın bahsettigi aşk arasında bir nitelik farkı oldugunu görelim. Yoksa böyle der miydi Yunus;

İşidin ey yarenler
Kıymetli nesnedir aşk
De melere verilmez
Hürmetli nesnedir aşk...

 
insan vücudundaki bütün organlar gibi hormonlarda vücutta ki bunları salgılayan organların herhangi bir dengesizliği veya tahribatı bulunmadığı durumlarda direk olarak beyinin çalışma ve düşünsel yönüyle harekete geçer.yani sağlıklı bir insanda karşı cinse duyulan ilk ilgi, tamamen görsel ve direk olarak beyinde bulanan daha önceden kişinin tanımladığı bazı kategorilerle pekiştirmesinden sonra ortaya çıkar.daha sonraki durumlarda ise kişi bu ilk görüş açısını bir plak gibi tekrar tekrar sardırarak bu veriyi sıcak tutar.karşı cins her görüldüğünde beyin otamatik olarak harekete geçer...bunun en büyük sebebi ise beynin bu bilgiyi düşünsel anlamda en önde tutmasıdır.
beyin travması geçirmiş aynı kişi ilgi duyduğu karşı cinsin karşısına çıkarıldığında hiçbirşey hissetmez...çünkü beyin bilgiyi kısa veya uzun süreçte kaba tabirle geri dönüşüm kutusuna atmıştır ya da tamamen silmiştir.dolayısıyla hiçbir hormonda farklılık gözetlenmez.

aşk tamamen insan beyninde oluşturduğu doyurulmamış bazı fikirlere hitap eder...bunların karşılığı bulunduğu zaman fikirler harekete geçer...
inş.benzer konularda daha detaylı yazmaya vaktimiz olur...

en doğrusunu yüce mevla bilir.
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks