Bir başkası, ‘Biz kentten kaçışı değil, bu fikrin kendisini seviyoruz aslında.’ demiş. Bu kadar taraftar beklemiyordum sözün açığı. Anlaşılan, büyük kentin, hele İstanbul’un gayrimemnunları sandığımızdan çokmuş. İçimizde bir huzursuzluktur almış başını gidiyor. Bir kaçıp gitme arzusu… Ama kimden, neden ve nereye? İşte bu meçhul. Hepsi bir yana, o ilk sözünü ettiğim okurun cümlesi, gelip çakıldı içime. Ben de biliyordum böyle olduğunu, ama söylemeye, yazmaya dilim varmıyordu. O, apaçık söyleyivermiş. Bizim derdimiz kentle, insanlarla, taşrayla filan değil, kendimizle. İçimize sığamıyor ve Fuzuli’nin dediği gibi “Gayr yerler gezelim, özge safâlar görelim” istiyoruz. Belli, bir şeyler kırılmış içimizde, kırılıp dağılmış. Artık durup kendi kendimizi tamir etmeye ne mecalimiz var ne de elimizde ilacımız… Oysa Yunus Emre seslenip duruyor oradan: ‘Derdinin dermanı, sendedir sende’!
Bugünlerde gelip dilime yerleşen bir şiir var. Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun dizeleri: “Ağaç bütün / Işık bütün / Meyve bütün / Benim dünyam paramparça / Büyük bir ayna kırılmış / Kırılıp yere dökülmüş / Kainat içine düşmüş / Düşmüş amma paramparça.” Nereden geldi, niye hatırlandı, bilmiyorum. Sadece söylüyorum. İçimizde ‘paramparça’ olan bir şeyler var. Bir ses diyor ki, alıp başını git, bir dağ başına; kuş uçmaz kervan geçmez bir köye. Uzak bir ülkeye… Sahih bir ses mi bu, dinlemeye değer mi? Gittiğinde bir şeyler değişecek mi, huzur bulacak mısın? Hayır, hayır… Doğru diyorsun sevgili kardeşim, ‘Biz içimize sığamıyoruz’. Şeyh Galip de “Bir şulesi var ki şem’i canın / Fânusuna sığmaz âsumanın.” demiyor muydu? Sen ve ben ve ‘hüzün cemaati’nin bütün üyeleri, galiba ömrümüzü böyle şikayetlenerek geçireceğiz. Hayatımızın bütün tadı, belki de burada, bu sonsuzluğu özleyen arayışlarda… ‘Her şeyi söylemenin mümkün olduğu’ bir yerde, susuyor, anlatamıyoruz…
Yoksa bütün bu arzuların, depreşen hüzünlerin müsebbibi ucu gözüken bahar mı? Takvimler baharı gösterdi işte. Hem onlara ne hacet, gönlümüzün takvimi haber vereli çok oldu. Cemreleri duyalı çok oldu. Sabahları erkenden kalkıp pencereleri açıyoruz, sonsuz bir ürperti doluyor içimize. Suyun yüzünde bir yumuşaklık, toprakta güleç bir heyecan… Havada hoş gülümseyişler dolaşıyor. Karşı konmaz bir davet var gün ışıklarında. Hava, su ve toprak, dostane kendine çağırıyor, hayata… Her bahar olduğu gibi yeniden diyor, yeniden dene… Bir kere daha… Başka yerde değil, başka memleketlerde, uzak ülkelerde değil, kalbinde senin aradığın. Kendine dön ve içinde bul o saadeti. Kendini, kendi ellerinle tutup kaldırdıktan sonra, ister mağarada olmuşsun, ister ‘aristokrat bir yerde’, ne fark eder! Odanı kendine cennet yapabilirsen, bütün dünya ayaklarının altında değil midir? Hem nedir ki dünyadan istediğin? Paraya pula, şana şöhrete, etrafında pervane olacak hayranlara, ışıltılı törenlere mi ihtiyacın var? Yok, hiçbirine, hiçbir şeye… Kaçtığımız tam da bunlar bizim; birçoklarının sarıldıkları, uğruna debelendikleri, parçalandıkları…
Doğrusu bu ya, insanlar kocaman bir boşluğu dövüyorlar durmadan. Düşmanlık, kirli hesaplar, eski defterler, bitmez hınçlar, kafalarının içinde kalmış faşizan kalıntılar, birikintiler; doymak bilmez iştahlar, kazanca kazanç katan hileler, eş dost kayırıp doyurmalar… Çeteler, çetecikler… Ne gülünç, ne aşağılık, ne uğursuz!.. Hüzün hastalığına tutulmuş senin ve benim gibiler, elbette kaçıyor, kaçınıyor onlardan. Haberlerinden, suretlerinden, hayallerinden… Biz, sözcüklerin o sınırsız ülkesinde muhkem kaleler kurmuşuz kendimize, sonsuz hülyalar icat etmişiz. Onların gürültüsü ulaşmıyor buraya, kirleri bulaşmıyor.
Mekanlara, kalabalıklara sığamıyoruz işte. Başka bir dünyanın hülyası var içimizde. O dünya nerede mi? Bu âlemde olmadığı kesin.
Ali Çolak..