S
seha
Guest
Daha çok "araştırmacı–yazar" kimliğiyle anılmak istediğini söyleyen Aytunç Altındal, sırf Üstad Bediüzzaman ve talebelerini karalamak için çıktığı bir televizyon programında, haylice böbürlenerek "Ben Said Nursí'yi gördüm" dedi.
Bu söylemekteki maksadı, Said Nursî'yi yakından tanıdığını, hatta "Nurcuyum" diyen pekçok kimseden bile o*nu daha iyi bildiğini nazara vermekti.
Şimdi böyle bir edâ ile konuşmak mertlik midir, maharet midir, şecâat mıdır, nedir?
Ona bakılırsa, "Said Nursî'de sihir gibi tesirli bir kuvvet var" diyerek, gazetecileri o*nunla görüşmekten men'eden İsmet Paşa da görmüş Bediüzzaman'ı.
Kezâ, tıpkı bir hafiye, bir casus kamuflajıyla Nur talebelerinin arasına sızarak, yıllar önce Cumhuriyet gazetesinde yalan ve iftira soslu dizi yazılar yazan Yılmaz Çetiner de Said Nursî'yi görmüştü.
Hem meselâ, "Türkçe İbadet"çi Cemal Kutay da, 1952'de Emirdağ'ına giderek Said Nursî ile günlerce görüşüp röportaj yaptığını söylemişti de, her nasılsa bir radyo programında, bütün bunların yalan ve hayalî şeyler olduğunu ağzından kaçırmıştı. Kaldı ki, görüştüm demesinin ikinci bir şahidi de yoktu zaten. Yani, bütün yazıp söyledikleri kocaman bir yalan ve uydurmadan ibaretti. Hem Kutay, Said Nursî'yi sahiden görmüş olsa ne değişir, bunun ne kıymeti olur. Söyledikleri uydurmasyon olduktan sonra...
Misâller pekâlâ çoğaltılabilir; ama şimdilik buna gerek yok.
Maharet Said Nursî'yi görmekte değil; o*nu tanımak ve bilhassa eserlerini okuyup doğru anlamaktır, önemli olan.
Meseleye bu noktadan bakınca, Altındal'ın "Said Nursî'yi gördüm" demesinin hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmıyor.
Aşağıdaki satırlar okunduğunda, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.
İlmin haysiyeti nerede?
Öncelikle, uzun yıllar yurt dışında çalışmış olan Aytunç Altındal'ın 1945 İstanbul Bakırköy doğumlu olduğunu hatırlatalım.
Altındal, Said Nursî'yi hangi yıl ve nerede gördüğünü açıklamamakla beraber, o zat 23 Mart 1960'ta Urfa'da vefat ettiğinde, kendisi henüz 15 yaşında bir orta mektep öğrencisidir. Üstad Bediüzzaman'ın yaşlı ve hasta haliyle yaptığı İstanbul seyahatleri ise, 1952, 53 ve 59 senelerinde vaki olmuş.
Bu durumda, 10–15 yaşlarındaki bir çocuğun gidip o günlerin olağanüstü şartlarında Said Nursî ile görüşmesi, hele hele o*nu yakından tanıması, hiçbir şekilde akla, mantığa uygun görünmüyor. Zaten, bugüne kadar öyle bir kayda rastlanmış da değil.
Öte yandan, televizyon programında ahkâm kesen Altındal'ın "Said Nursî'yi ve düşüncesini derli–toplu şekilde çok güzel, çok doğru anlatıyor" diyerek izleyicilere gösterdiği bir kitap vardı ki, işte o kitapta, kelimenin tam mânâsıyla ilmin haysiyeti kirletiliyor ve fikir nâmusu ayaklar altına alınıyor.
"Dinlerarası Diyalog İhaneti" isimli o kitaba imza atan Yümni Sezen'e de, kitaptan övgüyle söz eden Aytunç Altındal'a da, ilmin izzeti adına bin kere yazıklar olsun.
Zira, o kitap bozuntusunda, hem lâfız olarak, hem de mânâ itibariyle Said Nursî'ye kesinlikle ait olmayan bazı ifadeler, üstelik sayfa numaraları belirtilerek (Meselâ, Kastamonu Lâhikası, sayfa 45 denilerek), Said Nursî'ye mal edilmeye çalışılıyor ki, bu hâzâ yalan ve iftiradan ibarettir.
Kendince Risâle-i Nur'dan yaptıkları iktibaslara göre, Said Nursî gûyâ demiş ki: "...Bizimle savaşmış da olsa, bir Hıristiyan ölmüşse şehit sayılır, âhirette mükâfatı vardır. Mazlum kâfirler, ne dinde olursa olsun, ölenler şehittir. Said–i Nursi’ye göre, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler arasındaki ilişkilerde kimin yönetip kimin yönetildiğinin önemi yoktur. Vesaire."
İşte asıl ihanet budur ve buna derler. Çünkü, Said Nursî'nin sözleri gibi, kast ettiği mânâlar da kast-ı mahsusla değiştirilerek çarpıtılıyor. İnanılır gibi değil.
Dahası var: Gerek Altındal ile o*nunla paslaşarak program yapan ekip olsun ve gerekse her fırsatta Bediüzzaman Said Nursî'yi karalamaya çalışan Yeni Mesaj gazetesinin yazarları olsun, hepsi de o maksatlı kitabı kaynak ve iftiralarına dayanak olarak göstermeyi tercih ediyorlar.
Said Nursî'nin eserleri ve orijinal sözleri sahih kaynaklarda dururken, bu kimselerin gidip bir "iftiranâmeye" müracaat etmeleri, hatta sayfa numaralarını dahi oradan göstermeleri, sizce de çok mânidar bir durum değil mi?
Sonuç: 1938 Birecik (Urfa) doğumlu emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Yümni Sezen'in Said Nursî'yi görüp görmediğini bilmiyoruz. Hem, bu noktanın fazla bir önemi de yok aslında. Zira, Said Nursî'yi yakından görmüş nice kimseler vardır ki, o zâta serapa düşmanlık etmekten, hatta zehirleyerek öldürmekten dahi geri durmamışlardır.
Burada önemli olan ise, daha çok "hümanist Atatürkçüler" ile şimdilerde "ulusalcı" takılan kesimler tarafından kitapları adeta baştacı edilen Yümni Sezen'in Said Nursî hakkında yazdıklarının, gerçeği olduğu gibi yansıtacak ilmî haysiyetten ve ciddiyetten tamamıyla uzak ve hatta çoğu kasten çarpıtılarak aktarılan birtakım bilgiler olduğunun insaf ve vicdan sahipleri tarafından bilinmesinin gerekliliğidir.
M. Lâtif Salihoğlu
Bu söylemekteki maksadı, Said Nursî'yi yakından tanıdığını, hatta "Nurcuyum" diyen pekçok kimseden bile o*nu daha iyi bildiğini nazara vermekti.
Şimdi böyle bir edâ ile konuşmak mertlik midir, maharet midir, şecâat mıdır, nedir?
Ona bakılırsa, "Said Nursî'de sihir gibi tesirli bir kuvvet var" diyerek, gazetecileri o*nunla görüşmekten men'eden İsmet Paşa da görmüş Bediüzzaman'ı.
Kezâ, tıpkı bir hafiye, bir casus kamuflajıyla Nur talebelerinin arasına sızarak, yıllar önce Cumhuriyet gazetesinde yalan ve iftira soslu dizi yazılar yazan Yılmaz Çetiner de Said Nursî'yi görmüştü.
Hem meselâ, "Türkçe İbadet"çi Cemal Kutay da, 1952'de Emirdağ'ına giderek Said Nursî ile günlerce görüşüp röportaj yaptığını söylemişti de, her nasılsa bir radyo programında, bütün bunların yalan ve hayalî şeyler olduğunu ağzından kaçırmıştı. Kaldı ki, görüştüm demesinin ikinci bir şahidi de yoktu zaten. Yani, bütün yazıp söyledikleri kocaman bir yalan ve uydurmadan ibaretti. Hem Kutay, Said Nursî'yi sahiden görmüş olsa ne değişir, bunun ne kıymeti olur. Söyledikleri uydurmasyon olduktan sonra...
Misâller pekâlâ çoğaltılabilir; ama şimdilik buna gerek yok.
Maharet Said Nursî'yi görmekte değil; o*nu tanımak ve bilhassa eserlerini okuyup doğru anlamaktır, önemli olan.
Meseleye bu noktadan bakınca, Altındal'ın "Said Nursî'yi gördüm" demesinin hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmıyor.
Aşağıdaki satırlar okunduğunda, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.
İlmin haysiyeti nerede?
Öncelikle, uzun yıllar yurt dışında çalışmış olan Aytunç Altındal'ın 1945 İstanbul Bakırköy doğumlu olduğunu hatırlatalım.
Altındal, Said Nursî'yi hangi yıl ve nerede gördüğünü açıklamamakla beraber, o zat 23 Mart 1960'ta Urfa'da vefat ettiğinde, kendisi henüz 15 yaşında bir orta mektep öğrencisidir. Üstad Bediüzzaman'ın yaşlı ve hasta haliyle yaptığı İstanbul seyahatleri ise, 1952, 53 ve 59 senelerinde vaki olmuş.
Bu durumda, 10–15 yaşlarındaki bir çocuğun gidip o günlerin olağanüstü şartlarında Said Nursî ile görüşmesi, hele hele o*nu yakından tanıması, hiçbir şekilde akla, mantığa uygun görünmüyor. Zaten, bugüne kadar öyle bir kayda rastlanmış da değil.
Öte yandan, televizyon programında ahkâm kesen Altındal'ın "Said Nursî'yi ve düşüncesini derli–toplu şekilde çok güzel, çok doğru anlatıyor" diyerek izleyicilere gösterdiği bir kitap vardı ki, işte o kitapta, kelimenin tam mânâsıyla ilmin haysiyeti kirletiliyor ve fikir nâmusu ayaklar altına alınıyor.
"Dinlerarası Diyalog İhaneti" isimli o kitaba imza atan Yümni Sezen'e de, kitaptan övgüyle söz eden Aytunç Altındal'a da, ilmin izzeti adına bin kere yazıklar olsun.
Zira, o kitap bozuntusunda, hem lâfız olarak, hem de mânâ itibariyle Said Nursî'ye kesinlikle ait olmayan bazı ifadeler, üstelik sayfa numaraları belirtilerek (Meselâ, Kastamonu Lâhikası, sayfa 45 denilerek), Said Nursî'ye mal edilmeye çalışılıyor ki, bu hâzâ yalan ve iftiradan ibarettir.
Kendince Risâle-i Nur'dan yaptıkları iktibaslara göre, Said Nursî gûyâ demiş ki: "...Bizimle savaşmış da olsa, bir Hıristiyan ölmüşse şehit sayılır, âhirette mükâfatı vardır. Mazlum kâfirler, ne dinde olursa olsun, ölenler şehittir. Said–i Nursi’ye göre, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler arasındaki ilişkilerde kimin yönetip kimin yönetildiğinin önemi yoktur. Vesaire."
İşte asıl ihanet budur ve buna derler. Çünkü, Said Nursî'nin sözleri gibi, kast ettiği mânâlar da kast-ı mahsusla değiştirilerek çarpıtılıyor. İnanılır gibi değil.
Dahası var: Gerek Altındal ile o*nunla paslaşarak program yapan ekip olsun ve gerekse her fırsatta Bediüzzaman Said Nursî'yi karalamaya çalışan Yeni Mesaj gazetesinin yazarları olsun, hepsi de o maksatlı kitabı kaynak ve iftiralarına dayanak olarak göstermeyi tercih ediyorlar.
Said Nursî'nin eserleri ve orijinal sözleri sahih kaynaklarda dururken, bu kimselerin gidip bir "iftiranâmeye" müracaat etmeleri, hatta sayfa numaralarını dahi oradan göstermeleri, sizce de çok mânidar bir durum değil mi?
Sonuç: 1938 Birecik (Urfa) doğumlu emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Yümni Sezen'in Said Nursî'yi görüp görmediğini bilmiyoruz. Hem, bu noktanın fazla bir önemi de yok aslında. Zira, Said Nursî'yi yakından görmüş nice kimseler vardır ki, o zâta serapa düşmanlık etmekten, hatta zehirleyerek öldürmekten dahi geri durmamışlardır.
Burada önemli olan ise, daha çok "hümanist Atatürkçüler" ile şimdilerde "ulusalcı" takılan kesimler tarafından kitapları adeta baştacı edilen Yümni Sezen'in Said Nursî hakkında yazdıklarının, gerçeği olduğu gibi yansıtacak ilmî haysiyetten ve ciddiyetten tamamıyla uzak ve hatta çoğu kasten çarpıtılarak aktarılan birtakım bilgiler olduğunun insaf ve vicdan sahipleri tarafından bilinmesinin gerekliliğidir.
M. Lâtif Salihoğlu