EHLÝ-SUNNET
New member
(Rahmân ve Rahim olan Allâh’ın adıyla)
Alemlerin Rabbine hamdolsun. Efendimizi tüm gönderilen peygamberlerin de efendisi Muhammed’e, Ehli Beytine-aline ve tertemiz olan ashabına salat-u selam olsun.
BİRİNCİ SIFAT: VUCUD
İslam inancının üzerinde kurulduğu ya da bina edildiği temel, öncelikle Allâh’ı bilmek, Resulünü bilmektir. Allâh’ı bilmek ve tanımak demek, yüce Allâh’ın var olduğunu, mevcut bulunduğunu bilmektir. Buna iman etmek vacip/farzdır. Allâh ezelden beri vardır, mevcuttur yani onun varlığının bir başlangıcı yoktur.
Yüce Allâh şöyle buyuruyor: “Allâh’ın varlığı hakkında şüphe mi var?” (14, İbrahim, 10), “O ilktir...” (57, Hadid, 3) Yani Allâh’ın varlığının bir başlangıcı yoktur, demektir. Nitekim İmam Buhari de Sahihinde, ayrıca Beyhaki, Ebu Bekir bin Carud, İmran bin Husayn’dan rivayet ediyorlar. Yemen’den Allâh Resulü (s)’ne bir toplum gelirler ve Allâh Resulüne:
“Ey Allâh’ın Resulü! Biz sana dinde derin bilgi sahibi olmak ve senden bu işin başında olan hakkında bir şeyler sormak için geldik.” Farklı bir lafızda ise, “Bu işin başından..” diye rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber (s) de şöyle buyurmuştur: “Her şeyden önce Allâh vardı ve Ondan başka bir varlık da yoktu. Onun Arşı su üzerindedir ve O her şeyi zikirde-Levh-i Mahfuz’da yazmıştır.” Sanki burada bu soruyu soran Yemenliler, alemin başlangıcında soruyor gibidirler. Ancak Allâh Resulü (s) onlara, onların sorduklarından daha önemli olan bir şekilde cevaplamaktadır. Çünkü Allâh Resulü (s): “Her şeyden önce Allâh vardı ve Ondan başka bir varlık da yoktu” Yani Allâh ezelden beri mevcuttur, vardır ve Onun varlığının bir başlangıcı ya da başı yoktur. Ezelde O varken, onunla beraber bir başka varlık yoktu. Yani ne zaman, ne mekan, ne de cisimler, evet bunlardan hiçbir şey yoktu.
Allâh Resulü (s) vermiş olduğu bu cevabına şunu da ekliyor: “Gerek su ve gerekse Arş, diğer yaratılmışlar yok iken bu ikisi yaratılmıştı ve vardı. Allâh Resulü (s) onlara, suyun Arş’tan önce yaratılmış olduğunu da kendilerine bildirmektedir. Çünkü Allâh Resulü (s): “Onun Arşı su üzerindedir” buyururken, onlara şu gerçeği anlamalarını söylüyordu, su, Arş henüz yaratılmazdan önce yaratılmıştır.
Allâh Resulünü tanımak ve bilmek meselesine gelince, bu da Onun Allâh’tan aldıklarını tebliğ ettiğine ve söylediklerinde sadık-doğru olduğuna yani farz kılınanları, helal ve haram kılınanları bildirirken, bunlarda doğru olduğuna inanmaktır. Aynı şekilde geçmişe ilişkin verdiği haberlerde, ileride olabilecek şeylerde, bunlar ister dünyayı ilgilendiren şeyler olsum, ister kabir alemini olsun, ister ahiret hayatıyla alakalı olsun, bunların tümünde doğru olduğuna iman etmek, demektir.
Kim hiçbir şüphe ve kuşkuya kapılmaksızın bunlara kesin olarak inanırsa, bu kişi gerçekten Allâh’ı ve Resulünü bilen bir kimsedir. Bu konulara ilişkin akla dayalı delilleri ister bilsin, ister bilmesin bu kimse Allâh’a ve Resulüne inanmış kişi demektir. İmanın sahih ve sağlıklı, kabul edilebilir olması için Mutezilenin ileri sürdüğü ve kişi mutlaka bu konuya ilişkin akla dayalı delili bilmelidir, diye bunu bir ön şart olarak ileri sürmekle sapıtmış olmaktadır. Ancak Ehli Sünnet böyle bir şeyi şart-koşul olarak ileri sürmezler. Fakat bununla beraber Ehli Sünnet, Allâh’ın varlığı hakkında icmali manada da olsa yani kısa da olsa bu konuda akli bir delil göstermelerini vacip kabul ederler.
İcmali manada olacak olan böyle bir delil, bilimin öngördüğü bir sıralamaya yani tertibe uyarak bilemese de, her mümin böyle bir delili şu veya bu manada bilebilir. Örneğin bu alem değişen bir varlıktır. Her değişen varlık da hadistir yani sonradan meydana gelmedir. O halde bu alem de hadistir. Buna göre mutlaka bu alemi meydana getiren bir Muhdisin, yaratan ya da var edeninin olması gerekir. İşte sözü edilen bu Muhdis, Allâh diye adlandırılan Muciddir, yaratıp var edendir.
Doğrusu kim iyice düşünüp, sağlıklı bir bakış açısıyla bir değerlendirme yapacak olsa, mutlaka buna ilişkin delili aklıyla bulabilir. İcmali manadaki delil göstermeyi ya da ortaya koymayı alim olsun, olmasın hemen herkes bilebilir. Bu türden bir delil göstermeye doğal delil sergilemek, ortaya koymak denir. Müslüman bir kimsenin icmali manadaki bir delili sergilememesi, ortaya koyamaması düşünülemez. Meğerki dağ başında yetişen biri olsun. Böyle biri, bir takım insanların: “Şu yaratılmışların bir yaratanı vardır, bu yaratan onlar üzerinde hak sahibidir. Kendisine ibadet olunmasını ister” dediklerini dinler de, sırf onlara saygı olsun, kendisinin de bir hata içerisinde olmadığı vehmini vermek amacıyla onları doğrular ve buna inanır. Bu konuda hiçbir delil var mı yok mu, üzerinde düşünmez. Gerçi bu kimsenin de aynı zamanda imanı sahihtir ama, buna rağmen bir delile dayanması da vacip olur, gereklidir.
Bir delil göstermeyen bir mümin kimse hakkında hak ehli denen Ehli Sünnet böylesi için asi kimsedir, demektedirler. Bunun da sebebi şanı yüce olan Allâh, kullarına, yaratmış oldukları varlıklar üzerinde düşünmeleri, tefekkür etmelerini istemiştir ki, bu sayede asıl yaratıcılarını bulabilmede bir delil ortaya koyabilsinler, istemiştir. Kısaca alemin durumuna bakarak bundan bu alemin bir yaratanının olduğunu anlayabilsinler, istemiştir.
Diğer taraftan yüce Allâh’ın varlığını öğrendikten ve sadece ibadete layık olanın O olduğunu bildikten sonra, yani asıl önünde yere kapanmanın gerektiğinin Allâh olduğunu öğrendikten sonra, bundan böyle artık bu kimsenin yüce Allâh’a ait olan on üç sıfatı da öğrenmeleri gerekir. Bu sıfatlar sırasıyla şunlardır:
Kıdem, Beka, Muhalefetun lilhavadis, Kıyam binefsihi, Vahdaniyet, Hayat, Kudret, İrade, İlim, Semi, Basar ve Kelam.
Bu sıfatlara ilişkin icmali delillere gelince bu konuda şunun ifade olunmasıdır. Eğer yüce Allâh bu sayılan sıfatlara sahip olmasaydı, bu gün var olduğunu gördüğümüz bu alem var olmazdı, mevcut olmazdı. İşte icmali manadaki bu türden bir delile ulaşabilmek yeterlidir ve vacip/farz olan da zaten budur.
Tafsili yani detay manadaki delillere gelince, Bunu tüm detaylarıyla bilip öğrenmek farzı ayın olan bir görev değildir. Aksine bu, farzı kifayedir. Müslümanlar, akidelerinin temelini oluşturan bu on üç sıfatı ve bunlara bağlı olanlarını akla dayalı delilleriyle bilebilirlerse, artık bunları bilemeyen diğer Müslümanlardan bu borç düşürülmüş olur. Yani bazılarının bilmesiyle diğerlerinden vebal kalkmış olur. Çünkü itikaden dinsiz olanlarla bidat ehline karşı çıkabilecek olan bir şüphe ya da kuşkunun önlenebilmesi için bu, gereklidir.
Örneğin bir mülhit yani dinsiz gelir de Müslümanlara: “Allâh’ın varlığına ilişkin olarak bana akla dayalı delil gösterin” diye bir talepte bulunsa, mutlaka bu adamın şüphe ve kuşkularının hem de tafsili yani detaya dayalı delillerle giderilmesi gerekir. Çünkü böylesi bir adama, yüce Allâh, “Allâh’ın varlığı hakkında şüphe mi var?” (14, İbrahim, 10), “Allâh her şeye kadirdir.” (5, Maide, 120), “O her şeyi hakkıyla bilendir.” (2, Bakara, 29. 6,En’am, 101. 57, Hadid, 3) “O ilktir...” (57, Hadid, 3), “Şüphesiz Allâh’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O her şeyden müstağnidir.” (29, Ahkebut, 6) işte bu ve benzeri ayetleri okuyarak cevap vermeye kalkışırsa, mülhid yani o dinsiz olan kişi de buna karşılık şunu söyleyecektir: “Ben sizin kitabınıza inanmıyorum, sizin kitabınızdan bana delil sunmanızı, hatırlatmada bulunmanızı istemiyorum.” Bu durum karşısında o halde böyle bir adamın şüphesini nasıl ortadan kaldıracaksınız.
Buna örnek olarak şöyle bir örneği gösterebiliriz. Varsayalım ki güneşe tapan biri: “Benim tanrım duyularla anlaşılabilen ve görülebilendir. İnsanlara ve diğer canlılara, bitkilere, suya ve havaya da faydası dokunandır. O halde benim bu dinim nasıl hak din olmayabilir ki? Gerek biz ve gerekse siz olun, hepimiz de bilmekteyiz ki bu vardır, mevcuttur ve gözlerimizle de görülebilmektedir. Öyleyse nasıl benim bu dinim için, o batıl bir dindir, diye söylersiniz ki?” Eğer bu adama yeniden, “yüce Allâh şöyle buyuruyor” dense, o da: “Ben sizin kitabınıza inanmıyorum, ben sizden akla dayalı bir delil, bir kanıt istiyorum. Eğer böyle bir delil bulup da bana gösterirseniz, ben de size teslim olacağım. Aksi takdirde sizin dininize inanmamı benden nasıl isteyebilirsiniz ki?” demiş olsa buna nasıl bir kanıt gösterilecek söyler misiniz?
Tevhid ilmine ilişkin akli ve nakli delillere çok fazla ihtiyaç duyulduğu halde, Tevhid ilmi akli ve nakli delilleri, kanıtları kapsamaz diye sananlar var ya, bunlar, bu kafiri susturmasına güç yetiremeyenlerdir. Ancak bu gibi kafirleri susturmayı bilenler, yüce Allâh’ı keyfiyetten, ona bir sınır tanımaktan, mekan ve cihet ile nitelemekten tenzih edenler susturabilirler de o kafire şu şekilde cevap verirler:
Senin mabudun ya da tanrın olan varlığın bir haddi, sınırı ve şekli vardır. Dolayısıyla o, kendisine bu şekilde yaratan bir varlığa muhtaçtır. Oysa Hak olan -ki Mabud ki O var olan zattır- Onun bir haddi, bir sınır ve şekli yoktur ve başka bir varlığa da muhtaç değildir. Fakat senin inanmakta ve yapmakta olduğun tanrın olan güneşe gelince, zaten akıl, onun ilah olduğunu en başta kabul etmez. Bu, akıl açısından doğru da değildir. Çünkü güneşin kendi kendisini bu şekilde yaratması akıl açısından olamazdır. Ancak tapınılmaya layık olan varlık, bizim Mabudumuz, ilahımız olan zattır ki o vardır, mevcuttur ve Onun varlığı başka varlıklar gibi değildir. İşte böyle bir cevap verilmesi halinde güneşe tapan kişi, bu cevap karşısında apışıp kalır.
Nitekim Kur’an’ı Kerim’de akla dayalı delile yol göstermekte ve bir çok ayetlerde bu gerçek dile getirilmektedir. Örneğin yüce Allâh’ın şu ayeti gibi. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kendi nefislerinizde/üzerinizde de Allâh’ın varlığını gösteren bir çok deliller vardır, görmüyor musunuz?” (51, Zariyat, 21) Yani sizin kendi varlığınız da bile yüce Allâh’ın var olduğunu gösteren bir çok deliller bulunmaktadır.
Nitekim kimi akaid bilginleri bunun için bir delili örnek olarak anlatırlar. Bu da şu örnektir: “Ben önceleri yok iken sonradan var oldum. Öyleyse sonradan var olanın bir var edeni vardır. Mademki ben de sonradan var olmuşum, mutlaka beni de bir var edenin olması gerekir.”
Bu ifadeden çıkan sonuç ise şudur: İşte bu mükevvin yani var eden, ol diyen zatın bana benzememesi, benim benzerim olmamsı ve sonradan var olanların hiç birine benzememesi gerekir. Çünkü sonradan var olanlar da sonuç itibariyle bu nokta da benimle ortaktırlar. İşte bu mükevvin yani ol diyerek var eden zat, Allâh diye isimlendirilen zattır.
İKİNCİ SIFAT: KIDEM
Kıdem, mana itibariyle ezeli olan demektir. Örneğin, “Allâh kadimdir” denince, bunun manası Allâh’ın varlığının bir başlangıcı yoktur, demektir. Bu, sadece yüce Allâh hakkında böyledir. Allâh’tan başkaları için böyle değildir. Çünkü Allâh’tan başkası için: “kadimdir” ifadesi kullanıldığında, bunun manası, bunun üzerinden uzun bir zaman geçti, demektir. Nitekim, ezelilik ifadesi de böyledir. Yüce Allâh bu manası itibariyle ezelidir yani varlığının bir başlangıç noktası yoktur ve ezelilik sadece yüce Allâh hakkındadır, yalnızca Allâh ezelidir.
Zamanın sekiliği, uzun süre ve zamanın geçmiş olması anlamında ezelilik meselesine gelince, lügat itibariyle yani dil açısından ilim adamlarının ifadelerinde bu, yaratılmışlar için de kullanılabilir.
Lügat açısından meseleye gelince, Kamus adlı eserinde Firuz Abadi “Herem” maddesinde şöyle diyor: “el-Hereman: Mısır’da ezeli yani oldukça eski olan iki yapıt-eserdir.” Şanı yüce Allâh kadimdir ve ezelidir. Bu ifade, varlığının bir başlangıcı yoktur, anlamındadır. Allâh’tan başkası içinse, bu manasıyla onlara kadimdir ve ezelidir denemez. Ancak ikinci manası bakımından söylenebilir.
Çünkü bu ikinci manasıyla o şeyin ya da varlığın uzun bir süre ve zamanın geçmiş olduğu manası kasdolunur. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de bu lafızla Allâh hakkında bir ifade yoktur, gelmemiştir. Ancak bu manada lafızlar bulunmaktadır. Örneğin: “O ilktir...” (57, Hadid, 3) ayeti gibi. Çünkü bu ayeti, çok uzun sür üzerinden geçen manada bir ifade ile yorumlamaya kalkışmak, tefsir etmek caiz olmaz. Çünkü uzun bir zaman dilimi anlamında kadimulahd ifadesi Allâh’ın yaratmış olduğu varlıklar için kullanılan sıfatlardan bir sıfattır. Yüce Allâh ise henüz zaman denen bir şey yok iken de vardı ve dolayısıyla yüce Allâh zamanın kadimliğiyle vasıflanamaz, nitelenemez.
Hak ehli şöyle diyor: Varlıklar üç kısımdır:
Birinci kısım: Ezeli ve Ebedi olandır bu ise sadece yüce Allâh ve Onun sıfatlarıdır. Yüce Allâh’ın tüm sıfatları, zatının ezeli olması itibariyle ezelidirler. Yüce Allâh’ın zatının ezeli olduğu sabit olunca, buna bağlı olarak sıfatlarının da ezeli oluşu sabit olmuş olur. Bu lafzın dışında ezeliyet manasını gösteren ayetler Kur’an-ı Kerim’de birçok defa yer almaktadır. Örneğin: “Allâh Gafur ve Rahimdir” (4, Nisa, 96) gibisinden ayetler. Bu ve benzeri ayetler bir hayli çoktur. Yani Allâh Ezelden itibaren Gafur ve Rahimdir, demektir. Aynı şekilde: “Allâh en iyi bilen ve hikmet sahibi olandır” (4, Nisa, 17) ayeti de böyledir. Kur’an’da ezeliyet ifadesi her ne kadar bu şekildeki bir lafız ile gelmemiş, yer almamış ise de, bu manada birçok ayetler ve nasslar Kur’an’ın bir çok yerlerinde sabittir.
Daha önce zikrettiğimiz ve Buhari’de yer alan sahih bir hadiste şöyle buyurulmuştu: “Allâh vardır. O varken, ondan başka hiçbir varlık bulunmuyordu.” İşte bu gerçek bilinince, buna rağmen kim kalkar da Allâh’tan başka bir varlık için ezelilik iddiasına kalkışırsa ve bu alem türleriyle yani cinsi ve şahısları itibariyle ezelidir diyecek olursa, o kafirdir. Yine bir kimse çıkıp da bu alem muayyen olan fertleri itibariyle değil de, cinsi itibariyle ezelidir, derse, bu da aynen bir öncekisi gibi kafirdir. Çünkü bu, sonraki felsefecilerin ve bir de İbn Teymiye’nin görüşüdür.
İkinci kısım: Bu kısım varlıklar ise ezeli değiller ama ebedidirler. Bunlar da cennet ile cehennemdir.
Üçüncü kısım: Bu kısımdaki varlıklar ezeli de ebedi de değildirler. Bunlar da cennet ile cehennem dışında kalan diğer yaratıklardır. Bu ikisine cennet ve cehennemde yer alan huriler, vildan ve benzeri şeyler de tıpkı cennet ve cehennem gibidirler. Çünkü kimi ilim ehli bu şekilde söylemektedirler.
Bir şey ezelidir ama, ebedi değildir konusuna gelince bu, muhaldir. Çünkü ezeli olan bir şey mutlaka ebedidir de. Yüce sıfatları itibariyle de ezeli ve ebedidir. Yani Allâh’ın sıfatları da zatı gibi hem ezeli ve hem ebedidir.
Alemlerin Rabbine hamdolsun. Efendimizi tüm gönderilen peygamberlerin de efendisi Muhammed’e, Ehli Beytine-aline ve tertemiz olan ashabına salat-u selam olsun.
BİRİNCİ SIFAT: VUCUD
İslam inancının üzerinde kurulduğu ya da bina edildiği temel, öncelikle Allâh’ı bilmek, Resulünü bilmektir. Allâh’ı bilmek ve tanımak demek, yüce Allâh’ın var olduğunu, mevcut bulunduğunu bilmektir. Buna iman etmek vacip/farzdır. Allâh ezelden beri vardır, mevcuttur yani onun varlığının bir başlangıcı yoktur.
Yüce Allâh şöyle buyuruyor: “Allâh’ın varlığı hakkında şüphe mi var?” (14, İbrahim, 10), “O ilktir...” (57, Hadid, 3) Yani Allâh’ın varlığının bir başlangıcı yoktur, demektir. Nitekim İmam Buhari de Sahihinde, ayrıca Beyhaki, Ebu Bekir bin Carud, İmran bin Husayn’dan rivayet ediyorlar. Yemen’den Allâh Resulü (s)’ne bir toplum gelirler ve Allâh Resulüne:
“Ey Allâh’ın Resulü! Biz sana dinde derin bilgi sahibi olmak ve senden bu işin başında olan hakkında bir şeyler sormak için geldik.” Farklı bir lafızda ise, “Bu işin başından..” diye rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber (s) de şöyle buyurmuştur: “Her şeyden önce Allâh vardı ve Ondan başka bir varlık da yoktu. Onun Arşı su üzerindedir ve O her şeyi zikirde-Levh-i Mahfuz’da yazmıştır.” Sanki burada bu soruyu soran Yemenliler, alemin başlangıcında soruyor gibidirler. Ancak Allâh Resulü (s) onlara, onların sorduklarından daha önemli olan bir şekilde cevaplamaktadır. Çünkü Allâh Resulü (s): “Her şeyden önce Allâh vardı ve Ondan başka bir varlık da yoktu” Yani Allâh ezelden beri mevcuttur, vardır ve Onun varlığının bir başlangıcı ya da başı yoktur. Ezelde O varken, onunla beraber bir başka varlık yoktu. Yani ne zaman, ne mekan, ne de cisimler, evet bunlardan hiçbir şey yoktu.
Allâh Resulü (s) vermiş olduğu bu cevabına şunu da ekliyor: “Gerek su ve gerekse Arş, diğer yaratılmışlar yok iken bu ikisi yaratılmıştı ve vardı. Allâh Resulü (s) onlara, suyun Arş’tan önce yaratılmış olduğunu da kendilerine bildirmektedir. Çünkü Allâh Resulü (s): “Onun Arşı su üzerindedir” buyururken, onlara şu gerçeği anlamalarını söylüyordu, su, Arş henüz yaratılmazdan önce yaratılmıştır.
Allâh Resulünü tanımak ve bilmek meselesine gelince, bu da Onun Allâh’tan aldıklarını tebliğ ettiğine ve söylediklerinde sadık-doğru olduğuna yani farz kılınanları, helal ve haram kılınanları bildirirken, bunlarda doğru olduğuna inanmaktır. Aynı şekilde geçmişe ilişkin verdiği haberlerde, ileride olabilecek şeylerde, bunlar ister dünyayı ilgilendiren şeyler olsum, ister kabir alemini olsun, ister ahiret hayatıyla alakalı olsun, bunların tümünde doğru olduğuna iman etmek, demektir.
Kim hiçbir şüphe ve kuşkuya kapılmaksızın bunlara kesin olarak inanırsa, bu kişi gerçekten Allâh’ı ve Resulünü bilen bir kimsedir. Bu konulara ilişkin akla dayalı delilleri ister bilsin, ister bilmesin bu kimse Allâh’a ve Resulüne inanmış kişi demektir. İmanın sahih ve sağlıklı, kabul edilebilir olması için Mutezilenin ileri sürdüğü ve kişi mutlaka bu konuya ilişkin akla dayalı delili bilmelidir, diye bunu bir ön şart olarak ileri sürmekle sapıtmış olmaktadır. Ancak Ehli Sünnet böyle bir şeyi şart-koşul olarak ileri sürmezler. Fakat bununla beraber Ehli Sünnet, Allâh’ın varlığı hakkında icmali manada da olsa yani kısa da olsa bu konuda akli bir delil göstermelerini vacip kabul ederler.
İcmali manada olacak olan böyle bir delil, bilimin öngördüğü bir sıralamaya yani tertibe uyarak bilemese de, her mümin böyle bir delili şu veya bu manada bilebilir. Örneğin bu alem değişen bir varlıktır. Her değişen varlık da hadistir yani sonradan meydana gelmedir. O halde bu alem de hadistir. Buna göre mutlaka bu alemi meydana getiren bir Muhdisin, yaratan ya da var edeninin olması gerekir. İşte sözü edilen bu Muhdis, Allâh diye adlandırılan Muciddir, yaratıp var edendir.
Doğrusu kim iyice düşünüp, sağlıklı bir bakış açısıyla bir değerlendirme yapacak olsa, mutlaka buna ilişkin delili aklıyla bulabilir. İcmali manadaki delil göstermeyi ya da ortaya koymayı alim olsun, olmasın hemen herkes bilebilir. Bu türden bir delil göstermeye doğal delil sergilemek, ortaya koymak denir. Müslüman bir kimsenin icmali manadaki bir delili sergilememesi, ortaya koyamaması düşünülemez. Meğerki dağ başında yetişen biri olsun. Böyle biri, bir takım insanların: “Şu yaratılmışların bir yaratanı vardır, bu yaratan onlar üzerinde hak sahibidir. Kendisine ibadet olunmasını ister” dediklerini dinler de, sırf onlara saygı olsun, kendisinin de bir hata içerisinde olmadığı vehmini vermek amacıyla onları doğrular ve buna inanır. Bu konuda hiçbir delil var mı yok mu, üzerinde düşünmez. Gerçi bu kimsenin de aynı zamanda imanı sahihtir ama, buna rağmen bir delile dayanması da vacip olur, gereklidir.
Bir delil göstermeyen bir mümin kimse hakkında hak ehli denen Ehli Sünnet böylesi için asi kimsedir, demektedirler. Bunun da sebebi şanı yüce olan Allâh, kullarına, yaratmış oldukları varlıklar üzerinde düşünmeleri, tefekkür etmelerini istemiştir ki, bu sayede asıl yaratıcılarını bulabilmede bir delil ortaya koyabilsinler, istemiştir. Kısaca alemin durumuna bakarak bundan bu alemin bir yaratanının olduğunu anlayabilsinler, istemiştir.
Diğer taraftan yüce Allâh’ın varlığını öğrendikten ve sadece ibadete layık olanın O olduğunu bildikten sonra, yani asıl önünde yere kapanmanın gerektiğinin Allâh olduğunu öğrendikten sonra, bundan böyle artık bu kimsenin yüce Allâh’a ait olan on üç sıfatı da öğrenmeleri gerekir. Bu sıfatlar sırasıyla şunlardır:
Kıdem, Beka, Muhalefetun lilhavadis, Kıyam binefsihi, Vahdaniyet, Hayat, Kudret, İrade, İlim, Semi, Basar ve Kelam.
Bu sıfatlara ilişkin icmali delillere gelince bu konuda şunun ifade olunmasıdır. Eğer yüce Allâh bu sayılan sıfatlara sahip olmasaydı, bu gün var olduğunu gördüğümüz bu alem var olmazdı, mevcut olmazdı. İşte icmali manadaki bu türden bir delile ulaşabilmek yeterlidir ve vacip/farz olan da zaten budur.
Tafsili yani detay manadaki delillere gelince, Bunu tüm detaylarıyla bilip öğrenmek farzı ayın olan bir görev değildir. Aksine bu, farzı kifayedir. Müslümanlar, akidelerinin temelini oluşturan bu on üç sıfatı ve bunlara bağlı olanlarını akla dayalı delilleriyle bilebilirlerse, artık bunları bilemeyen diğer Müslümanlardan bu borç düşürülmüş olur. Yani bazılarının bilmesiyle diğerlerinden vebal kalkmış olur. Çünkü itikaden dinsiz olanlarla bidat ehline karşı çıkabilecek olan bir şüphe ya da kuşkunun önlenebilmesi için bu, gereklidir.
Örneğin bir mülhit yani dinsiz gelir de Müslümanlara: “Allâh’ın varlığına ilişkin olarak bana akla dayalı delil gösterin” diye bir talepte bulunsa, mutlaka bu adamın şüphe ve kuşkularının hem de tafsili yani detaya dayalı delillerle giderilmesi gerekir. Çünkü böylesi bir adama, yüce Allâh, “Allâh’ın varlığı hakkında şüphe mi var?” (14, İbrahim, 10), “Allâh her şeye kadirdir.” (5, Maide, 120), “O her şeyi hakkıyla bilendir.” (2, Bakara, 29. 6,En’am, 101. 57, Hadid, 3) “O ilktir...” (57, Hadid, 3), “Şüphesiz Allâh’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O her şeyden müstağnidir.” (29, Ahkebut, 6) işte bu ve benzeri ayetleri okuyarak cevap vermeye kalkışırsa, mülhid yani o dinsiz olan kişi de buna karşılık şunu söyleyecektir: “Ben sizin kitabınıza inanmıyorum, sizin kitabınızdan bana delil sunmanızı, hatırlatmada bulunmanızı istemiyorum.” Bu durum karşısında o halde böyle bir adamın şüphesini nasıl ortadan kaldıracaksınız.
Buna örnek olarak şöyle bir örneği gösterebiliriz. Varsayalım ki güneşe tapan biri: “Benim tanrım duyularla anlaşılabilen ve görülebilendir. İnsanlara ve diğer canlılara, bitkilere, suya ve havaya da faydası dokunandır. O halde benim bu dinim nasıl hak din olmayabilir ki? Gerek biz ve gerekse siz olun, hepimiz de bilmekteyiz ki bu vardır, mevcuttur ve gözlerimizle de görülebilmektedir. Öyleyse nasıl benim bu dinim için, o batıl bir dindir, diye söylersiniz ki?” Eğer bu adama yeniden, “yüce Allâh şöyle buyuruyor” dense, o da: “Ben sizin kitabınıza inanmıyorum, ben sizden akla dayalı bir delil, bir kanıt istiyorum. Eğer böyle bir delil bulup da bana gösterirseniz, ben de size teslim olacağım. Aksi takdirde sizin dininize inanmamı benden nasıl isteyebilirsiniz ki?” demiş olsa buna nasıl bir kanıt gösterilecek söyler misiniz?
Tevhid ilmine ilişkin akli ve nakli delillere çok fazla ihtiyaç duyulduğu halde, Tevhid ilmi akli ve nakli delilleri, kanıtları kapsamaz diye sananlar var ya, bunlar, bu kafiri susturmasına güç yetiremeyenlerdir. Ancak bu gibi kafirleri susturmayı bilenler, yüce Allâh’ı keyfiyetten, ona bir sınır tanımaktan, mekan ve cihet ile nitelemekten tenzih edenler susturabilirler de o kafire şu şekilde cevap verirler:
Senin mabudun ya da tanrın olan varlığın bir haddi, sınırı ve şekli vardır. Dolayısıyla o, kendisine bu şekilde yaratan bir varlığa muhtaçtır. Oysa Hak olan -ki Mabud ki O var olan zattır- Onun bir haddi, bir sınır ve şekli yoktur ve başka bir varlığa da muhtaç değildir. Fakat senin inanmakta ve yapmakta olduğun tanrın olan güneşe gelince, zaten akıl, onun ilah olduğunu en başta kabul etmez. Bu, akıl açısından doğru da değildir. Çünkü güneşin kendi kendisini bu şekilde yaratması akıl açısından olamazdır. Ancak tapınılmaya layık olan varlık, bizim Mabudumuz, ilahımız olan zattır ki o vardır, mevcuttur ve Onun varlığı başka varlıklar gibi değildir. İşte böyle bir cevap verilmesi halinde güneşe tapan kişi, bu cevap karşısında apışıp kalır.
Nitekim Kur’an’ı Kerim’de akla dayalı delile yol göstermekte ve bir çok ayetlerde bu gerçek dile getirilmektedir. Örneğin yüce Allâh’ın şu ayeti gibi. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kendi nefislerinizde/üzerinizde de Allâh’ın varlığını gösteren bir çok deliller vardır, görmüyor musunuz?” (51, Zariyat, 21) Yani sizin kendi varlığınız da bile yüce Allâh’ın var olduğunu gösteren bir çok deliller bulunmaktadır.
Nitekim kimi akaid bilginleri bunun için bir delili örnek olarak anlatırlar. Bu da şu örnektir: “Ben önceleri yok iken sonradan var oldum. Öyleyse sonradan var olanın bir var edeni vardır. Mademki ben de sonradan var olmuşum, mutlaka beni de bir var edenin olması gerekir.”
Bu ifadeden çıkan sonuç ise şudur: İşte bu mükevvin yani var eden, ol diyen zatın bana benzememesi, benim benzerim olmamsı ve sonradan var olanların hiç birine benzememesi gerekir. Çünkü sonradan var olanlar da sonuç itibariyle bu nokta da benimle ortaktırlar. İşte bu mükevvin yani ol diyerek var eden zat, Allâh diye isimlendirilen zattır.
İKİNCİ SIFAT: KIDEM
Kıdem, mana itibariyle ezeli olan demektir. Örneğin, “Allâh kadimdir” denince, bunun manası Allâh’ın varlığının bir başlangıcı yoktur, demektir. Bu, sadece yüce Allâh hakkında böyledir. Allâh’tan başkaları için böyle değildir. Çünkü Allâh’tan başkası için: “kadimdir” ifadesi kullanıldığında, bunun manası, bunun üzerinden uzun bir zaman geçti, demektir. Nitekim, ezelilik ifadesi de böyledir. Yüce Allâh bu manası itibariyle ezelidir yani varlığının bir başlangıç noktası yoktur ve ezelilik sadece yüce Allâh hakkındadır, yalnızca Allâh ezelidir.
Zamanın sekiliği, uzun süre ve zamanın geçmiş olması anlamında ezelilik meselesine gelince, lügat itibariyle yani dil açısından ilim adamlarının ifadelerinde bu, yaratılmışlar için de kullanılabilir.
Lügat açısından meseleye gelince, Kamus adlı eserinde Firuz Abadi “Herem” maddesinde şöyle diyor: “el-Hereman: Mısır’da ezeli yani oldukça eski olan iki yapıt-eserdir.” Şanı yüce Allâh kadimdir ve ezelidir. Bu ifade, varlığının bir başlangıcı yoktur, anlamındadır. Allâh’tan başkası içinse, bu manasıyla onlara kadimdir ve ezelidir denemez. Ancak ikinci manası bakımından söylenebilir.
Çünkü bu ikinci manasıyla o şeyin ya da varlığın uzun bir süre ve zamanın geçmiş olduğu manası kasdolunur. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de bu lafızla Allâh hakkında bir ifade yoktur, gelmemiştir. Ancak bu manada lafızlar bulunmaktadır. Örneğin: “O ilktir...” (57, Hadid, 3) ayeti gibi. Çünkü bu ayeti, çok uzun sür üzerinden geçen manada bir ifade ile yorumlamaya kalkışmak, tefsir etmek caiz olmaz. Çünkü uzun bir zaman dilimi anlamında kadimulahd ifadesi Allâh’ın yaratmış olduğu varlıklar için kullanılan sıfatlardan bir sıfattır. Yüce Allâh ise henüz zaman denen bir şey yok iken de vardı ve dolayısıyla yüce Allâh zamanın kadimliğiyle vasıflanamaz, nitelenemez.
Hak ehli şöyle diyor: Varlıklar üç kısımdır:
Birinci kısım: Ezeli ve Ebedi olandır bu ise sadece yüce Allâh ve Onun sıfatlarıdır. Yüce Allâh’ın tüm sıfatları, zatının ezeli olması itibariyle ezelidirler. Yüce Allâh’ın zatının ezeli olduğu sabit olunca, buna bağlı olarak sıfatlarının da ezeli oluşu sabit olmuş olur. Bu lafzın dışında ezeliyet manasını gösteren ayetler Kur’an-ı Kerim’de birçok defa yer almaktadır. Örneğin: “Allâh Gafur ve Rahimdir” (4, Nisa, 96) gibisinden ayetler. Bu ve benzeri ayetler bir hayli çoktur. Yani Allâh Ezelden itibaren Gafur ve Rahimdir, demektir. Aynı şekilde: “Allâh en iyi bilen ve hikmet sahibi olandır” (4, Nisa, 17) ayeti de böyledir. Kur’an’da ezeliyet ifadesi her ne kadar bu şekildeki bir lafız ile gelmemiş, yer almamış ise de, bu manada birçok ayetler ve nasslar Kur’an’ın bir çok yerlerinde sabittir.
Daha önce zikrettiğimiz ve Buhari’de yer alan sahih bir hadiste şöyle buyurulmuştu: “Allâh vardır. O varken, ondan başka hiçbir varlık bulunmuyordu.” İşte bu gerçek bilinince, buna rağmen kim kalkar da Allâh’tan başka bir varlık için ezelilik iddiasına kalkışırsa ve bu alem türleriyle yani cinsi ve şahısları itibariyle ezelidir diyecek olursa, o kafirdir. Yine bir kimse çıkıp da bu alem muayyen olan fertleri itibariyle değil de, cinsi itibariyle ezelidir, derse, bu da aynen bir öncekisi gibi kafirdir. Çünkü bu, sonraki felsefecilerin ve bir de İbn Teymiye’nin görüşüdür.
İkinci kısım: Bu kısım varlıklar ise ezeli değiller ama ebedidirler. Bunlar da cennet ile cehennemdir.
Üçüncü kısım: Bu kısımdaki varlıklar ezeli de ebedi de değildirler. Bunlar da cennet ile cehennem dışında kalan diğer yaratıklardır. Bu ikisine cennet ve cehennemde yer alan huriler, vildan ve benzeri şeyler de tıpkı cennet ve cehennem gibidirler. Çünkü kimi ilim ehli bu şekilde söylemektedirler.
Bir şey ezelidir ama, ebedi değildir konusuna gelince bu, muhaldir. Çünkü ezeli olan bir şey mutlaka ebedidir de. Yüce sıfatları itibariyle de ezeli ve ebedidir. Yani Allâh’ın sıfatları da zatı gibi hem ezeli ve hem ebedidir.